Üstünde anasının komşulardan topladığı rengi solmuş, yazısı dökülmüş bir t-shirt, altında griye çalan lacivert bir şort, ipi kopmak üzere bir sandalet, anasının bir türlü tam ortadan ayıramadığı saçları iki yandan örgülü oturuyordu yunuslarda.
Anası ve ninesiyle çiğdem çitlerken pis kokulu kahverengi denize bakardı. Bakışları yukarı kalkardı sonra. Karşı kıyıdan geçen arabaların ışıklarını izlerdi. Çin seddine benzeyen binalara, Hilton'a bakardı. Arkasındaki gecekondu dolu bayraklı tepeye bakardı. Şehre bakardı. Her hafta götürürdü anası o karşı kıyıya, arabalara ezilmemek için koşarak geçerlerdi geniş asfalt yollardan karşıya, Atatürk Kültür Merkezi'ne devlet senfoni çocuk korosuna. Çok korkardı o yollardan. Bir de yaz akşamları üzerine doğru uçan kocaman hamam böceklerinden korkardı. Karşı kıyıyı daha çok severdi. Daha tanıdıktı karşı kıyı.
Aralarda tek tük yıkılmadan kalıp anaokuluna dönüşmüş cumbalı yalı evlerini severdi mesela. Pek isterdi öyle bir anaokuluna gitmiş olmayı. Daha pek çok şey isterdi ama ya olmazdı. Baleye gitmek mesela. Sonra palmiyeleri, yunusları ve balıkçı barınağını da severdi. O köşedeki meşhur pastaneyi de. Hiç gitmemişti o pastaneye. Ama yine de adını severdi.
O akşam tuhaf bir şey oldu. Daha kendi görünüşünü kendi başına değiştiremeyen küçük kız o akşam içten içe şehrin siluetini değiştirmeyi diledi. Bunu dilemesi tuhaftı. 30 yıl sonra bunu gerçekleştirebilecek olması ise daha da tuhaf.
Yorumlar