Ana içeriğe atla

Şehrin Silueti

Üstünde anasının komşulardan topladığı rengi solmuş, yazısı dökülmüş bir t-shirt, altında griye çalan lacivert bir şort, ipi kopmak üzere bir sandalet, anasının bir türlü tam ortadan ayıramadığı saçları iki yandan örgülü oturuyordu yunuslarda.

Anası ve ninesiyle çiğdem çitlerken pis kokulu kahverengi denize bakardı. Bakışları yukarı kalkardı sonra. Karşı kıyıdan geçen arabaların ışıklarını izlerdi. Çin seddine benzeyen binalara, Hilton'a bakardı. Arkasındaki gecekondu dolu bayraklı tepeye bakardı. Şehre bakardı. Her hafta götürürdü anası o karşı kıyıya, arabalara ezilmemek için koşarak geçerlerdi geniş asfalt yollardan karşıya, Atatürk Kültür Merkezi'ne devlet senfoni çocuk korosuna. Çok korkardı o yollardan. Bir de yaz akşamları üzerine doğru uçan kocaman hamam böceklerinden korkardı. Karşı kıyıyı daha çok severdi. Daha tanıdıktı karşı kıyı.

Aralarda tek tük yıkılmadan kalıp anaokuluna dönüşmüş cumbalı yalı evlerini severdi mesela. Pek isterdi öyle bir anaokuluna gitmiş olmayı. Daha pek çok şey isterdi ama ya olmazdı. Baleye gitmek mesela. Sonra palmiyeleri, yunusları ve balıkçı barınağını da severdi. O köşedeki meşhur pastaneyi de. Hiç gitmemişti o pastaneye. Ama yine de adını severdi. 

O akşam tuhaf bir şey oldu. Daha kendi görünüşünü kendi başına değiştiremeyen küçük kız o akşam içten içe şehrin siluetini değiştirmeyi diledi. Bunu dilemesi tuhaftı. 30 yıl sonra bunu gerçekleştirebilecek olması ise daha da tuhaf.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz?

Fark ettim ki duygusal dalgalanmam azaldığında kendimi yazarak ifade etme ihtiyacım da azalıyor. Oysa çok şey oluyor hayatımda. Özellikle işe yönelik yeni adaptasyonlar, mevcut durumların netleşmesi, iyileşmesi, etkinliklerin takvimlenmesi (Nisan'a kadar inanılmaz yoğun olacağım), kulisler yapılması, ekipler oluşması, saçma insanların defedilmesi (ya da bu örnekte henüz defedilememesi) gibi durumlarla uğraşıyorum. Bir zamanlar sözler ve davranışlar beni çok incitirdi. Çoğunun bomboş egolu, hatta cahil sözler olduğunu bilsem bile. Artık incinmiyorum. Artık anımsayınca yaralı bir hayvanın ısırıkları gibi geliyor o sözler bana. Çok alışık olduğum bir karakter tekrar tekrar çıkıyor karşıma. Şimdi iş hayatımda baş etmem gerekiyor. Demek ki bu bir sınav ve ben bu sınavı bir şekilde aşmalıyım. Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz? Prensin bu repliğini çok seviyorum. Hatta kendisine bunu yazan bardaktan almamak için zor tutuyorum. Belki (inşallah) giderse, giderken güle güle he...

Yasemin

Bugün dalında bir yasemini koklayıp seni düşündüm. Yaşıyorlar, demiştin, zarif zarif.. Bir çiçeği koparmayıp dalında koklamak gibi senin aşkın da.. Öyle nazik, öyle düşünceli.. 

4/4

Bu akşam Netflix'te "The Life List" isimli bir film izledim. Dram ve rom-com karışımı bir aile filmiydi. Filmin bir yerinde partnerinizin sizin için doğru kişi olup olmadığını belirlemeniz için 4 soru sormanız gerektiğinden bahsediyordu; Nazik biri mi? Onunla dürüstçe ve sansürsüz konuşabiliyor musun? En iyi versiyonuna ulaşman için seni teşvik ediyor mu? Onu çocuklarının babası olarak hayal edebiliyor musun? Elbette çok eksik ama çok yerinde sorular.  Neden sonra fark ettim ki benim için 4/4'lük olan biri için ben 4/4'lük olmayabilirim. Ama bu beni daha az sevilmeye layık yapmaz. Çünkü ben, yeterliyim .  Ben, olduğum halimle sevilmeyi ve seçilmeyi hak ediyorum.  Ben, benimle birlikte bir gelecek hayal edilmesine layığım.  Partnerimin de hayal ettiğim geleceği hayal etmesini istiyorum.. ya da.. bunu isteyen bir partner istiyorum. Sevgiyle..