Ana içeriğe atla

Aftersun

Ağır temposundan ve yorgunluğumdan 3 seferde tamamlayabildiğim muhteşem bir film izledim: Aftersun. Şimdiden alacağı bütün ödülleri (ki alacak) hak ettiğini söyleyebilirim.

Filmin yönetmeni Charlotte Wells kendi hayat hikayesini anlatıyor. 1998 yazında babasıyla Türkiye'de geçirdikleri bir yaz tatilinden kesitler sunarken hem ülkenin eski güzel günlerini izliyoruz, hem de bir aile dramını. Oyuncular Paul Mescal ve Frankie Corio müthiş iş çıkarmış. Film sıcacık, sakin ve samimi. Bir kadın elinden çıkmış olduğu belli. Sanki bir film değil de bir duygu izliyormuşuz gibi. O duygu ise; hasret. Söz konusu babaları olduğunda kız çocuklarının belki de asla tam olarak büyüyemediklerini görüyoruz. Belki de filmde bir büyüme, anlamlandırma arayışı, kavuşma ve kopuş izliyoruz. 

Filmin ismi çok iyi seçilmiş. Hikaye bir yaz tatilinde geçtiği için hem güneş sonrası rahatlatıcı kremin adını taşıyor, hem de babayı güneş, yani hayat ışığı olarak ele alıyor. Astrolojide de böyle değil midir; baba güneş, anne ay ile sembolize edilir. Burada Sophie'nin güneşi onu terketmeden önceki son günlerini izliyoruz. 

Özellikle "son dans" sahnesini kesinlikle ağlamadan, hatta hıçkıra hıçkıra ağlamadan izleyemiyorum. Benim elbette kendimce kişisel sebeplerim var ama herkes kendinden bir parça bulabilir bu filmde. Derinlere, özellikle çocukluğumuza dair gömmüş olduğumuz duyguları, eksik parçalarımızı, kendimizden bile gizlediğimiz hisleri gün yüzüne çıkarıyor. Hele bir yerde arkadan Candan Erçetin'in "Gamsız Hayat"ı çalmıyor mu, of ki ne of.

Ve evet, birçoklarının da yazdığı gibi Queen'in "Under Pressure"ını her dinlediğimde bu filmi hatırlayacağım artık. 

"Bir şans daha veremez miyiz birbirimize? Bir şans daha veremez miyiz sevgiye?"

Göğüste bir ağırlık, hiç bitmeyen bir kalp ağrısı...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz?

Fark ettim ki duygusal dalgalanmam azaldığında kendimi yazarak ifade etme ihtiyacım da azalıyor. Oysa çok şey oluyor hayatımda. Özellikle işe yönelik yeni adaptasyonlar, mevcut durumların netleşmesi, iyileşmesi, etkinliklerin takvimlenmesi (Nisan'a kadar inanılmaz yoğun olacağım), kulisler yapılması, ekipler oluşması, saçma insanların defedilmesi (ya da bu örnekte henüz defedilememesi) gibi durumlarla uğraşıyorum. Bir zamanlar sözler ve davranışlar beni çok incitirdi. Çoğunun bomboş egolu, hatta cahil sözler olduğunu bilsem bile. Artık incinmiyorum. Artık anımsayınca yaralı bir hayvanın ısırıkları gibi geliyor o sözler bana. Çok alışık olduğum bir karakter tekrar tekrar çıkıyor karşıma. Şimdi iş hayatımda baş etmem gerekiyor. Demek ki bu bir sınav ve ben bu sınavı bir şekilde aşmalıyım. Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz? Prensin bu repliğini çok seviyorum. Hatta kendisine bunu yazan bardaktan almamak için zor tutuyorum. Belki (inşallah) giderse, giderken güle güle he...

Yasemin

Bugün dalında bir yasemini koklayıp seni düşündüm. Yaşıyorlar, demiştin, zarif zarif.. Bir çiçeği koparmayıp dalında koklamak gibi senin aşkın da.. Öyle nazik, öyle düşünceli.. 

4/4

Bu akşam Netflix'te "The Life List" isimli bir film izledim. Dram ve rom-com karışımı bir aile filmiydi. Filmin bir yerinde partnerinizin sizin için doğru kişi olup olmadığını belirlemeniz için 4 soru sormanız gerektiğinden bahsediyordu; Nazik biri mi? Onunla dürüstçe ve sansürsüz konuşabiliyor musun? En iyi versiyonuna ulaşman için seni teşvik ediyor mu? Onu çocuklarının babası olarak hayal edebiliyor musun? Elbette çok eksik ama çok yerinde sorular.  Neden sonra fark ettim ki benim için 4/4'lük olan biri için ben 4/4'lük olmayabilirim. Ama bu beni daha az sevilmeye layık yapmaz. Çünkü ben, yeterliyim .  Ben, olduğum halimle sevilmeyi ve seçilmeyi hak ediyorum.  Ben, benimle birlikte bir gelecek hayal edilmesine layığım.  Partnerimin de hayal ettiğim geleceği hayal etmesini istiyorum.. ya da.. bunu isteyen bir partner istiyorum. Sevgiyle..