Aşkımı bir tren istasyonunda kaybettim. Tıpkı filmlerdeki gibi. Trene bindim ve geri dönmedim. O da peşimden gelmedi. Ölüm gibi bir şey oldu, ama kimse ölmedi. Daha doğrusu acı bana hiç olmadığım kadar yaşadığımı hissettirdi. Önce kış soğuğunu nefesime çekerken ciğerime dolan acı şeklinde; ardından -hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde- uzun süre geçmeyen soğuk algınlığı şeklinde ve son olarak bitmek bilmeyen gözyaşları şeklinde. 3 aydır tanıdığım bir adam için herhalde 6 ay kadar ağlamıştım. Sonra 3 yıl ondan fiilen kaçmış, sonra uzun yıllar kaçınmış ama hakkında düşünmeyi hiç bırakmamıştım. Şöyle yapsaydım nasıl olurdu, şöyle deseydim nasıl olurdu, o trene binmeseydim nasıl olurdu?...
Bundan neredeyse 13 yıl önceydi. Bir kış gecesi, Kadıköy Söğütlüçeşme istasyonunda Tuzla treninin gelmesini bekliyordum. Hava soğuk ve kasvetliydi. İstasyon da yorgun ve yaşlanmış. Ben üşüyordum ama soğuktan çok sevgisizlikten. Sevilmemekten değil belki ama sanırım sevilmediğimi düşünmekten. Derin bir alınganlık, kırılganlık, özdeğersizlik hissediyordum. Birçok olumsuz duygum tetiklenmişti. Bu adam, ciddiye alınması gereken şeylerle, mesela duygularla, dürüstlükle, romantizmle dalga geçiyordu. Nasıl yapardı bunu?! Aslında kendi kırılganlıklarını maskelediğini o zamanlar bilmiyordum. Kaldı ki o zamanlar pembe gözlükler takıyor olsam da, çok daha ciddi bir genç kadındım. Katı ve mükemmeliyetçi. Ama o akşam pembe gözlüklerimi çıkardım ve bir daha da takamadım.
Her şey çok güzel olabilirdi, aptal!
İç sesim görünürde ona, ama gerçekte ikimize birden serzenişte bulunmaya senelerce devam etti. Sevgililerim oldu, neredeyse hepsi onun varlığını kıskandı. Onun için bu blogda yazdığım şiirleri kıskandı. Onunla iletişimi tamamen koparamamış olmamı kıskandı. Çok inatçı bir adamdı doğrusu, ondan fiilen kaçtığım 3 yılın sonunda beni görmek için tatiline ara vererek, Foça'dan Urla'ya geldi. Mıh gibi çakıldı yine aklıma. Ondan kaçınmak için her şeyi yaptım. Ama fayda etmedi. Edemezdi. Çünkü ona aşıktım.
Yıllar sonra yine Urla'ya geldi. Bu kez bir arkadaşının düğününe. Ve birkaç yıl arayla görüşen biz, iş ve arkadaşlık çizgisinden çıkmayan diyalogumuzu farklı bir boyuta taşıdık. Beni öptüğünde, kokusunu yeniden aldığımda, hiçbir şeyin yıllar öncesinde kalmadığına bir daha ikna oldum. Önce yine kaçındım. Ama koşullar beni daha cesur olmaya itti. İtmemesi mümkün değildi. Çünkü ona aşığım.
Düşündükçe ağzımda acı bir tat bırakan, beni ürperten ve gözlerimi dolduran Söğütlüçeşme istasyonuna bu sonbahar bir daha gittim. Bu sefer onunla birlikte. İstasyon Marmaray için yenilenmiş, o kasvetli havası gitmiş, modernleşmiş. "Burası mıydı?" diye sordum, "Çok değişmiş". O günü hatırlayıp yeniden üzülebileceğimi düşünürken, birden neşe kapladı içimi. Biz de istasyon gibiydik. Değişmiş, yenilenmiştik. Yıllar önce oturup ağladığım ve artık orada olmayan bankın hizalarında kollarımı boynuna dolayıp öptüm onu. "Hadi, gel gidelim." dedim sonra. Arkadaşlarımızla doğumgünümü kutlamaya gittik.
Bütün akşam düşündüm:
Her şey çok güzel.
Ve onunla olduğum her dakika yer yer düşünüyorum bunu. Belki gerçekten her şey zamanını bekliyordur? Ayrı geçirdiğimiz yıllar asla kayıp değil. Onlar bizi değiştiren, yenileyen, büyüten yıllar oldu. Ben kariyerimde ilerledim, şehir şehir dolaştım, başımdan bir evlilik deneyimi geçti ve mükemmel görünen her şeyin aslında bir illüzyon olduğunu fark ederek daha esnek bir insana dönüştüm. Hala belirsizlikler bende taşikardi yaratsa da akışta kalmaya çalışıyorum. O ise özeleştiri yapabilen, kendiyle ve ilişkilerle daha barışık, meselelerini çözmek için yıllardır profesyonel yardım alan, iyi bir gözlemci ve hassas bir ruh. Artık duygularını göstermekten kaçmıyor, bilakis insanın üstüne üstüne boca ediyor :) Ama bunu seviyorum. Onu seviyorum.
Hayat bize ne getirecek bilmiyorum. Umarım iyilik ve güzellik getirir. Ama bugün, kaçırdığımız yılların acısını çıkarıyoruz diyebilirim. Daim olsun :)
Sevgiyle,
Yorumlar