En sevdiğim dakikalar arasındadır, uçağın hızlandığı ve burnunu yukarı kaldırdığı dakikalar. Çoğu insan gerilir, gözlerini sımsıkı kapar, sırtını yaslar ve dua etmeye başlar. Ben o sırada hem onları, hem de git gide küçülen ve bir maket haline gelen şehri seyre dalarım. İlk defa uçağa bindiğimde yalnızdım. Ne hissedeceğimi, nasıl tepki vereceğimi bilmiyordum ve çok heyecanlıydı! Cama yapışıp el çırptığımı ve insanların nasıl bu kadar sakin ve umursamaz olduklarına şaşırdığımı hatırlıyorum. Adamın biri kitabına dalmıştı ve ben onu sarsıp "Heyy! Uçuyoruz dostum! Baksana!" diye bağırmak istiyordum. Ama tuttum kendimi :) Uçmak benim için hep heyecan verici olmuştur. Hala yükselirkenki o keyfi, bir dergi karıştırarak ya da uyuyarak bozmam. İzmir Adnan Menderes havaalanına indiğimde bazı kendini bilmezlerin dediğinin aksine çok güzel bir kokuyla karşılaştım. İzmir deniz kokar ve (insanların sıcaklığından olsa gerek) hep birkaç derece daha sıcaktır İstanbul'dan. Gerçi 2 yıl boyunca biraz İstanbul'lulaştığımı itiraf etmem gerek. Rahat ve acelesiz İzmir insanını sağlamaya ya da sollamaya çalışarak içimden Hadi, hadi.. derken buluverdim kendimi. Bi dur, bi rahat ol. Havada bir mayışıklık var zaten, bak şu palmiyelere, tatil havasına gir, ha şöyle.. Zaten otobüsü 4 dk. ile kaçırmışım. Daha bir saatim var. Zamandan bol bir şey yok İzmir'de. Genelde bir yere yetişmeye çalışmaz insan. Birşeyler atıştırılır, kitap okunur, insanlar izlenir; her birinin ne iş yaptığı, nasıl bir hayatı olduğu üzerine tahminler yapmaya çalışılır falan filan. Ardından otobüs geldi, otobüse binildi, tam hareket edecekken aniden poff, kaput! Bozuldu araba. Haydaa.. dedim içimden. Cık, cık, cık diyecek, surat asacak bir sürü insan olacak şimdi, diye düşünürken, yanımdaki hanım kıkırdadı: "Kaldık burada galiba?" Homurdandım, ne homurdandığımı da hatırlamıyorum, tasdikledim galiba. Muavin hemen olaya el attı. "Karşıyaka arabasını gönderiyoruz Üçkuyulara, ötekinin kalkmasına 20 dk. var zaten o arada tamirci gelir. Tamam halloldu, hadi şimdi öteki araca geçiyoruz, en hızlısı böyle olacak." Kimse söylenmedi, aheste aheste inildi otobüsten, öteki beklendi. İstanbul'da küçük bir kriz yaratabilecek bir olay yaklaşık 10 dk.lık bir rötarla halloldu. "Gelmeden aracı tamire vermeyi düşündüm ama çok kalabalıktı, dursam herkes uçağı kaçıracaktı. Kusura bakmayın." dedi şoför. "Yok abi, en iyisini yapmışsın." diye omzunu sıvazladı muavin. Yanıma oturan hanım teşekkür etti muavine "Çok ilgilisiniz gerçekten, teşekkürler." Muavin cevapladı: "Görevimiz hanımefendi, hayvanlardan bir farkımız olmalı, değil mi ama?" Yani böyle, kimse harala gürele etmeden, hatta gülümseyerek, 10 dk.lık rötar sonucu yeni otobüs yola çıktı. Düşündüm de.. evet, İzmir'i özlemişim galiba.. Birkaç ayda bile değişiyor şehir. Yeni binalar, değişen dükkanlar, tabelalar.. Ağaçların boyu, sayısı bile farklı sanki. Semt isimleri.. Teleferik'in adını unuttum birkaç dakika inanabiliyor musunuz! Zaten isim hafızam balıklarınkinden bile kötüdür. Ama olmaz yani, Alt tarafı 2 yıl İstanbul'da kaldın diye İzmir'li olduğunu unuttun mu?, diye söylendim kendime. Bu şehri seviyorum. O şehri de. Ama nereye ait olduğumu bilmiyorum. Hangi şehre, hangi ülkeye? Ya da bir yere ait olmak gerekli mi ondan da emin değilim? Tüm dünya evimiz olabilir sanki, eğer gerçekten istersek. Nilüfer çiçeği gibi olmak lazım belki de? Kökü toprağa bağlı olmadan, suyun üzerinde.. Dön diyenler, kal diyenler, git diyenler.. Dönmek, kalmak ve gitmek arasındaki boşlukta salınıyorum. Belirsizlik. Ama belirsizliğin de bir heyecanı var kendince. Uçak havalanırkenki o heyecan gibi. Seçimlerimizin sonunda hepimize el çırptırmasını istiyorum. Ve bir şeylere heyecanlanmaktan hiç vazgeçmemeyi.. Sonunda şaşıracağımız bir şey kalmazsa yaşamanın ne anlamı var ki? Gelişmeleri merakla bekliyorum. Merakla ve heyecanla.. Peki buraya niye geldim? İzmir'i özledim, ailemi özledim, o ayrı. Ama esas sebebi 12 Haziran. İçimde çok büyük umutlar yok ne yazık ki, ama yine de aklımda dönen bir hikaye var. Bir karıncanın hikayesi.. Paylaşmak istiyorum:
Kral Nemrud İbrahim peygamber’in ateşte yakılması emrini verdikten sonra meydan yere odunlardan büyük bir yığın yapılmış. Odunları tutuşturmuşlar sonra. Alevler o kadar yükselmiş ki bulutların tutuşacağını sanmış çocuklar. Korkmuş kaçmış bütün hayvanlar. İbrahim peygamber’i mancınıkla ateşin tam orta yerine atacaklarmış askerler. Atacaklarmış ki Nemrud’un ne güçlü bir kral olduğunu anlasın, görsün; bir daha ona karşı gelmesin İbrahim peygamber. Bu sırada bir karınca ağzında küçücük bir damla su ile koşa koşa gidiyormuş. Hem de boyu göklere varan cehennemi ateşe doğru. Gökte uçan ve gagasında ateşe atmak üzere bir dal parçası taşıyan bir kartal onun bu telaşını görüp sormuş hemen yanına yanaşıp: “Bu acelen niye? Nereye böyle?” Ağzında bir damla su taşıyan karınca o bir damlayı ellerinin arasına alıp, “Duymadın mı” demiş. “Nemrud, İbrahim peygamber’i ateşte yakacakmış. İşte ateşin olduğu yere su götürüyorum." Bu sözleri duyan kartal kendini tutamayarak ulu orta kahkahalarla gülmeye başlamış. “Sen şu ateşe dönüp yüzünü hiç bakmadın mı?” diye sormuş. “Ne kadar büyük. Senin bir damla suyun ona ne yapabilir ki?” Su taşıyan karınca, “Olsun” demiş. “Hiç olmazsa safımız belli olur.”
Öyle işte.. Hiç olmazsa safımız belli olur. Hem dünya üzerinde o kadar çok karınca var ki, kim bilir hepsi birden su taşısa, belki en büyük yangınların bile üstesinden gelinir? Hem, Sonunda umut edeceğimiz bir şey kalmazsa yaşamanın ne anlamı var ki?
Dalya 09/06/2011
Yorumlar