Ana içeriğe atla

Anlık Zamansızlık Hissi


Düşünüyorum bir süredir. Geçmiş, şimdi ve gelecek.. Bütün bu zaman kavramları birer yanılsama. Sadece yaşanan, yaşanmakta olan ve yaşanacak anlar var ve o anlar sonsuzluğa mühürleniyor. Üzeri küllense de, unutulur gibi olsa da aslında hep orada havada asılı duruyor. O anlar sürekli tekrar yaşanıyor. Tekrar ve tekrar ve tekrar..
Yaklaşık 8-9 yaşlarındayken ufak bir aydınlanma yaşamıştım, hatırlıyorum. Marmaris'e gitmiştik annem ve anneannemle. Onlar bir kafede koyu bir sohbete dalmışken, gün batımını izlemek için sahile yürümüş, kumlara oturmuştum. Hafif bir esinti vardı. O manzara tablo gibi aklımda. Güneşin kavuşması, uçan martılar, rüzgar, hafif nemli kumlar, giderek boğuklaşan, yok olan sesler, azalan ışık, hatta uzaktan hissedilen denizin tuzlu tadı. Bütün duyularım birden iki katı güçlenmiş, algılarım açılmıştı. Ani bir huzur, bütünlük hissi ve sıcaklık kaplamıştı içimi. Çok önemli bir şey yaşadığımı, adını koyamadığım bir şeyi fark ettiğimi düşünmüştüm. Ne olduğunu bilemiyordum ama önemliydi, emindim. Ellerime baktım, sanki bakmaya devam etsem, moleküllerime ayrılmaya başlayacaktım. Rüzgardan, kumdan, denizden ve güneşten farksızdım. Onların bir uzantısıydım. Onlardım. Herşey birdi. Farklı görünen aynı şeyler. Herşey o andaydı. Dün ve yarın yoktu. Hala tam olarak açıklayamıyorum o hissi.
Aniden omzuma dokunan anneannemin eliyle içine girdiğim ruh halinden zıplayarak çıktım.
"Islak kumlara oturmuşsun! Hasta olacaksın, kalk çabuk!" dedi ve kolumdan çektiği gibi beni kaldırıp, kafeye doğru sürükledi. Ona bakarken yüzümü asıp açık ve net içimden şu cümleyi geçirdiğimi hatırlıyorum:
"Anlamıyor! Benim gördüğüm şeyi göremiyor! Nasıl göremez?!" 
Nasıl göremezdi? Üstelik benden o kadar da büyüktü, görmüş geçirmişti. O anın güzelliğinin hiçbir şeye değişilmeyeceğini, kumların ıslak olup olmamasının önemi olmadığını, hatta o anda o ıslak kumlardan farkımızın olmadığını nasıl bilemezdi? Bu kadar basit bir şeyi önemsemediği için anneanneme fena içerlemiştim. Haber vermeden ortalıktan yok olduğum için yediğim azar da cabası.. Ben yaramazlık yapmıyordum ki! Aydınlanma yaşıyordum!
Benim için o anda çok fazla insanın ve gürültünün olduğu kafede, somurtarak onların yanında oturdum. Bütün gece neden somurttuğumu anlayamadılar. Muhtemelen huysuzluk ettim sanmışlardır. Onlara sahilde oturup moleküllerime ayrılmaya devam etmek, gerçeği öğrenmek istediğimi söylesem bana deli derlerdi heralde? Ya da çocuk :)
O an benim için geçmiş değil. Şimdi. O anı şimdiymiş gibi hatırlıyorum. Çünkü o an yaşanmaya devam ediyor ve ben içimde bir yerlerde hala o küçük kızım. Neredeyse anlayacağım, ancak açıklamaya dilim varmıyor. 
Hayatlarımızda bir ya da birkaç defa gördüğümüz ve bir daha göremeyeceğimizi düşündüğümüz birçok mekan ve birçok insan aslında bizimle. Üzerinde bilinçli bir şekilde düşünmesek, hatta unuttuk farz etsek de oradalar. Bir şekilde varlıklarını biliyor ve enerjilerini duyumsuyoruz. Neredeyse nefes alış verişlerini duyabiliriz. Hatta gün içindeki ruh hallerini bile anlayabiliriz. Bazen hissediyoruz. Hemen ardından bir yanılsama gibi geliyor. 
Bu bütünlük hissi içinde var olan tek duygunun huzurlu bir sevgi olduğunu söyleyebilirim. Öfke, kırgınlık, nefret, acı gibi hisler hatırlanmıyor. Düşünmeye çalışın. Eski dostlarımızı hatırladığımızda aklımıza öncelikle birlikte mutlu olduğumuz zamanlar gelir. Olaylardan ve sözlerden önce, onun bize kendimizi nasıl hissettirdiğini hatırlarız. Güzel hislerin üzerini örten kötü bir şeyler yaşamışsak, hüzünlü bir sızı hissederiz. İçimizden bir ses, "Kaldır telefonu, ara onu, hiçbir şey olmamış gibi devam et" der. Ama arayamayız çoğu zaman. Çünkü biz insanlar, yeteri kadar anlayamayız hiçbir şeyi. Yaptığımız her davranışın arkasında bir sebep, mantıklı bir açıklama olmalıymış gibi şartlanırız. Duygularımızı özgür bırakmayız. Duygularımızı izlemenin zayıflık olduğu öğretiliyor bizlere. İnsanoğlunun kurallarıyla yönetilen toplumlarda duygular gerçekten zayıflık oluyor. İçgüdü, altıncı his ve diğer sezgiler yerine, yasalar, ahlak ve etik kuralları oturtuluyor. Biz bu kurallar çerçevesinde toplumun hak ettiğimizi düşündüğü kadar mutluluk yaşayabiliyoruz. Toplum için yararlı işlerde çalışıyor, bunun için birileri tarafından belirlenmiş ücretler alıyoruz. Bu ücretler bizim karnımızı doyurmamızı, giyinmemizi, bir takım lükslerimiz olmasını ve prestij kazanmamızı sağlıyor. Toplumun dayattığı kurallar içinde yaşamayı seçmeyenler ise ya dağa kaçıyor, ya da sokakta evsiz, barksız ve aç yaşamak zorunda kalıyor. Belki onlar da mutludur? Çünkü kendi seçimlerini yaşıyorlar.
Toplum mekanizmasının düzgün işleyememesi durumunda bir çeşit kaos yaşanması muhtemel. Bir düşünsenize, dünyada din, para ve silah icat edilmemiş olsaydı nasıl bir yaşamımız olurdu? Muhtemelen doğanın kurallarına paralel, güçlülerin (sağlıklı, akıllı, fiziksel olarak güçlü) hayatta kalıp, zayıfların elendiği bir ortamda yaşıyor olurduk. Bu ütopik dünyada muhtemelen daha küçük kabile gruplar ve temel kurallar olurdu. Belki şu anda bir başka paralel evrende böyle bir dünya vardır, kim bilir?
İnsanın kocaman, uçsuz bucaksız bir hayal gücü var!
Bu zamansızlıkta bitişler değil, başlangıçlar hatırlanıyor. Çünkü başlayan bir şey aslında hiç bitmiyor. Başka bir şeye evrilerek sürüyor. Biz bütün güzel başlangıçları, bütün heyecanları içimizde topluyoruz. Bize dokunan her nesne içimize akan bir bardak su ve bizler de birer kovayız. Su bazen çok berrak, bazen bulanıklaşıyor, bazen bütün tortular dibe çöküyor ve aklımız netleşiyor. Su bazen taşıyor, bazen buharlaşıyor. Ama içimize akan her şey artık bizim moleküllerimize karışıyor. Biz oluşuyoruz, değişiyoruz, karışıyoruz.
Bu o kadar güzel bir duygu ki.. Birleşme hali. En basitinden biz aynı havayı soluyor, aynı güneşte ısınıyoruz. Bizim, dünya üzerindeki her bir nesnenin, bir ağacın, bir kuşun, bir balığın, bir insanın birbirinden hiçbir farkı yok. Birkaç genetik kodlama dışında. 
Farelerin daha kısa bir burun mesafesine sahip olsalar, elleriyle ince işçilik yapabilecek kadar zeki hayvanlar olduklarını duymuştum. Hayvanlar gerçekten çok akıllı yaratıklar. Bitkiler de öyle. Biz onların dilinden anlamıyoruz ya da onları duyamıyoruz diye, başka varlıkları küçük görmeye, kibirlenmeye hakkımız yok. İnanır mısınız, ben bu dünyadaki en aptal yaratıkların başında insanın geldiğini düşünüyorum. İnsanlık tarihine bakınca da bu fikri destekleyen birçok olay görebiliyoruz. Biz, dünyadaki kibirli ve aptal ırkın, olabildiğince farkındalığını arttırmış, kendini ve başkalarını geliştirmeye, iyileştirmeye çalışan üyeleri olmalıyız. Gerçeğe yaklaşan hiçbir insan bunu kendine saklamak istemez zaten. Anlatmak için çırpınır, tepinir, çığlık atar. Bir kişi bile anlasa büyük bir şeydir aslında. 
Ben bu aydınlanma duygusuna anlık zamansızlık hissi adını veriyorum. Bu son derece keyifli deneyimi yaşamış olanlarınız elbet vardır. Hiç yapmadığım meditasyon, yoga vb. içsel deneyimler bu hisle ilgilidir eminim. Ben, her zaman meditasyona "Ay ben yapamam, gülerim." şeklinde yaklaştığım için içeriğini, gittiği noktayı bilemem. Sadece sessiz bir ortamda kafayı boşaltıp derin bir nefes alın yeter. Kafanızdaki gürültüler bir nebze olsun azalsa ne mutlu size!
Şimdi bunları yazarken Cem Yılmaz'ın skeçi geldi aklıma. Yine çok güldüm :) Ama biri Cem'e o kadar para bayılıp uzak doğulara gitmeye, çeşitli gruplarca soyulmaya gerek olmadığını anlatmalı. Gerçekten "Sevgi İçimizde!" :)


Dalya 23/07/12

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz?

Fark ettim ki duygusal dalgalanmam azaldığında kendimi yazarak ifade etme ihtiyacım da azalıyor. Oysa çok şey oluyor hayatımda. Özellikle işe yönelik yeni adaptasyonlar, mevcut durumların netleşmesi, iyileşmesi, etkinliklerin takvimlenmesi (Nisan'a kadar inanılmaz yoğun olacağım), kulisler yapılması, ekipler oluşması, saçma insanların defedilmesi (ya da bu örnekte henüz defedilememesi) gibi durumlarla uğraşıyorum. Bir zamanlar sözler ve davranışlar beni çok incitirdi. Çoğunun bomboş egolu, hatta cahil sözler olduğunu bilsem bile. Artık incinmiyorum. Artık anımsayınca yaralı bir hayvanın ısırıkları gibi geliyor o sözler bana. Çok alışık olduğum bir karakter tekrar tekrar çıkıyor karşıma. Şimdi iş hayatımda baş etmem gerekiyor. Demek ki bu bir sınav ve ben bu sınavı bir şekilde aşmalıyım. Ne kadar inanarak boş konuşuyor, görüyor musunuz? Prensin bu repliğini çok seviyorum. Hatta kendisine bunu yazan bardaktan almamak için zor tutuyorum. Belki (inşallah) giderse, giderken güle güle he...

İzmir Planlama Ajansı 2.0

Hayat çok enteresan. Seçim süreci birçok kişinin birçok planını değiştirdi. Benimki dahil. Mesela İZPA’dan ayrılıp başka bir ofise geçecektim. İzBB Başkan adayı değişince, o ofis kapandı. Ardından İZDOĞA’nın başkanı ve sistemi değişti. İZPA, EGEŞEHİR şirketine geçti. Şimdi baştan yapılanıyor.   Sonuçta evet, yine gittim, a ma İZPA’yı da yanımda götürerek .  Ben gittiğimde İZPA’da kalacak olanlar ise.. geride kaldı. Hayat çok enteresan. İzmir Planlama Ajansı, logosu ve bütün kurumsallığıyla yeni baştan oluşuyor ve içinde önemli bir pozisyon alacağım gibi görünüyor.  O halde, bekle beni İzmir Vizyon 2074 Ofisi!

Zaman

Zaman bütün yaraları sarıyor derler. Bütün yaraları sarmıyor belki, bazı şeyler akla geldikçe hala ufak rahatlatıcı küfürler çıkıveriyor ağızdan.. Ama o bazı şeyleri olduğu gibi görmek, aşmak ve kabullenmek için zamanın çok yararı oluyor gerçekten.  Geriye dönüp bakınca "Keşke," yerine daha çok "İyi ki," diyebiliyorsak bu büyük şans. Bir noktada bir şeyleri doğru yapmışız demek ki. Zamanı kayıp olarak değil, kazanç olarak görebilmek büyük şans.  Bizler, yıllar önce yine bu blogda yazmıştım , demir gibiyiz. Zaman, demiri eriten ateş, başımıza gelen olaylar ise incelikle onu şekillendiren çekiçler. Şimdi durduğumuz noktaya bakıp mutlu ve yeterli hissediyorsak, geçmişe bakıp iyi ki dememek için bir neden göremiyorum. Acı, hüzün, yorgunluk ve bazen aptallık derecesine varan körlüklerimiz bile bizi her geçen gün bilgeleştiren şeyler oluyor. Her şeye rağmen, iyi ki sevebilmişim. İyi ki hala sevebiliyorum. İyi ki, asla itiraf etmeyecek olsalar da, bugün kendi seçimleri son...