Ana içeriğe atla

İnsan Sesi

Bazen kaygı bozuluğu duyan bir kontrol manyağı olduğumu düşünüyorum.

Geçen gün MUBİ'de Tilda Swinton'un başrolde oynadığı ve Almodovar'ın yönetmen koltuğunda olduğu çok güzel bir kısa film izledim: "The Human Voice / İnsan Sesi". Sinir krizinin eşiğindeki terk edilmiş bir kadını 30 dakikalık bu kısa filmdeki monologlar, renkler, tablolar ve semboller üzerinden o kadar iyi özetlemişler ki... İkinci kez de Orkun'la izledim. 

Kadınlar neden sinir krizinin eşiğine geliyor? Orkun kadınların hep sinir krizinin eşiğinde olduğunu düşünüyor. Öyle mi gerçekten? Bunu daha dün, taze taze sinir krizi geçirmiş ve çığlıklar atmış bir kadın olarak samimiyetle soruyorum. Neden sinir krizi geçiriyoruz? Sanırım esas derdimiz anlaşılmamak. Ya da daha doğrusu, yanlış anlaşılmak. Karşımızdaki kişiden beklediğimiz, ihtiyacımız olan o anlayışı, teselliyi, doğru cümleleri bulamamak. Evet bazı günler daha hassas olabiliyoruz. Bu hormonal ya da gezegensel ya da tamamen rastlantısal olabiliyor. Filmin sonunda Tilda'nın da yaktığı gibi koca bir ateş topu var göğsümüzün tam ortasında: "Yanan benim, aşkım". Bazen sıcacık bir günışığına, bazense ejderha nefesine dönüşüyor. Ve ne dersek diyelim, bu ateş topunu ne kadar içimizde tutarsak o kadar büyüyor ve yıkıcı oluyor. 

Hayatta yanmadan pişilmeyeceğini biliyorum. 35. yaşımı kutladım dün. 25. yaşımsa daha dün gibi; yüksek lisansı bitirdiğim, İstanbul'da bir hayat kurmaya çalıştığım, oradan oraya koşturduğum enerji dolu o günler. Body Worlds sergisine gitmiş ve insanın fiziksel olarak en iyi olduğu noktanın 25. yaş olduğunu öğrenmiştim. Ondan sonra ufak ufak yaşlanma belirtileri başlıyormuş. Her yıl bir miktar duyu kaybı mesela. Bir de yaşama karşı merak duygusunu her daim körükleyerek yaşlanmayı geciktirmenin mümkün olduğunu öğrenmiştim. Muhteşem bir sergiydi.

Geriye dönüp bakıyorum da, 10 yıl ne çabuk geçmiş. Ama dolu dolu geçmiş. Bugün hala ve sürekli bir yerden bir yere koşturduğum, ileri doğru (ve minnettar olduğum) bir devinim içindeyim. Ancak artık yorulduğumu fark ediyorum. Belki bu patlamalar biraz da bununla ilgilidir? Bunca çaba ve koşuşturmanın karşılığını gerçekten layıkıyla alıyor muyum? Takdir ediliyor muyum? Anlaşılıyor muyum? Seviliyor muyum? İçimdeki şüphe ve kaygı dolu "insan sesine" yeterince tatmin edici cevaplar verebiliyor muyum? Neden bu kadar kaygı duyuyorum? İçimdeki ateş topunu, saf sevgiden oluşan bir ışığa çevirmek istiyorum. Bunun için de çabalıyorum inanın. Kendi kendime tam ve mutlu hissetmek için çeşitli aktiviteler yapıyorum; güzel insanlarla vakit geçiriyorum, sağlığıma dikkat etmeye çalışıyorum, şamanik yoga yapıyorum :)

Ancak güzel bir haber aldığımda eskisi kadar coşkuyla sevinemiyorum. Sanki çok sevinirsem ya da bu haberi çok kişiyle paylaşırsam bir terslik çıkacakmış gibi geliyor. Korkuyorum.

İlişkimde çok needy olmamak için elimden geleni yapıyorum. Ancak bazen (çoğu zaman) çok yalnız hissediyorum. Hayır, düpedüz çok yalnızım. 

Bu kadar kaygı duymam normal mi? Belki bir tür kaygı bozukluğu (anksiyete) yaşıyorumdur? Şimdi anksiyeteye iyi geldiğini okuduğum bitter çikolata eşliğinde, Spotify üzerinden düzenli meditasyona başlıyorum; her gün 10 dk, bakalım iyi gelecek mi :) 

Bir okuyucum olup olmadığından emin olamasam da, yazmak iyi geliyor.

Sevgiyle,

The Human Voice
Tilda Swinton / İnsan Sesi


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yarık

Zaman zaman açılan bir yarığım var. Bir fermuar gibi. Çukur gibi.  Canlı bir fay hattı, lavdan bir girdap gibi. İnsanları kendine çekiyor.  Masumiyet, samimiyet, güler yüz. Ve eşdeğer bir ilgi, kayıtsızlık ve fütursuzluk hali. Kahkaha ve gözyaşı. Sıcak. Tüketici. Ölümcül.  Böyle zamanlarda diğer çocuklara bilyelerini gösteren bir sokak çocuğu oluyorum.  Parlak gözlerle onların bilyelerini görmek istiyorum:   Seninkiler ne renk? Şu mavi camdan olanı beğendim. Benimle oynar mısın? Evet, yaklaş ve bana elini göster. Belki hoşuma gider? Oyun oynuyorum. Flört oyunu. Kontrol edilmeyi kontrol ediyorum. Erkekleri kontrol ediyorum.  Ama bir süre.   Çünkü benden iyi oyuncular var.  Çünkü o yarık nihayetinde kapanmak zorunda . Başta masumane başlayan, tehlikeli bir oyun bu. Bu yarık açıldığında aşıklar ve düşmanlar ediniyorum. Neden sonra oyun bitiyor. Aniden bir pişmanlık hissi peyda oluyor. Çünkü karşımdaki çocuk ağlıyor. Mavi cam bilyesi ortada yok. Nerede bilmiyorum , diyorum. Ben almadım. Oy

Bir hiç olmamaya dair.

Kibir, özgüveni değil, özgüven yokluğunu işaret eder. Dolayısıyla kibirli olmayın ve kibirli olmakla övünmeyin. En önemlisi, kibirli olmakla övünen insanlardan uzak durun. Başkalarından el alan, güç devşiren, üstüne bu emanet güçle başkalarını ezen insanlar, sırtlarındaki o el çekilince bir "hiç" olduklarını hatırlayıp depresyona sürüklenirler. Kibir sıklıkla bu sert düşüşün gelişini görmeyi engeller. Dolayısıyla, güç devşireceğinize, bir hiç olmamaya özen gösterin. Gözle görünür ve kalıcı değişimler geçirmemiş, sözleri ve eylemleri tutarsız, sizde tam olarak güven hissi uyandırmayan insanlara - sevgililere, arkadaşlara "ikinci şans" vermeyin. Zamanınız değerli ve kimseye ikinci şans borcunuz yok.  Bir insan en yakınındaki beş kişinin ortalamasıdır. Dolayısıyla, o beş kişiyi çok iyi seçmelisiniz. Özgüven sorunu ya da narsistik yaralanması olan adamlar, hayatlarındaki kadının kendinden daha başarılı, daha güzel, daha eğitimli, daha zeki olmasını, daha çok para kazanm

Philophobia

Korku ve aşk arasında güçlü bir bağlantı vardı. Ve korkuyordu.  Âşık olmaktan korkuyordu, çünkü zaten aşıktı.  Dağıtmaktan korkuyordu, çünkü dağılmaktan korkuyordu. Bir uçurumdan atlayıp bin parçaya bölünmekten korkuyordu. Çünkü bunu daha önce yapmıştı. Bu yüzden uzak durmalıydı ondan.  Bir seçim yapmak istemiyordu. Aslında bir seçim yoktu, olmamalıydı. Yoksa olası bir mutsuzluğun, ya da ucundan kaçırılmış bir mutluluğun sorumluluğunu tek başına alması gerekecekti. Ama bir seçim yapmazsa vicdanı rahat olurdu. Hatta seçme hakkı elinden alındığı için öfkelenir,  mağduriyeti yüzünden onu suçlar ve kim bilir belki mutlu bile olurdu.  Evet, yetişkinliğin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden sevmemeliydi onu. Deli gibi sevilmek istiyordu oysa. Ama söylemiyordu.  Söylerse gücünü kaybedeceğini biliyordu. Aciz görüneceğini. Ne olurdu sevmeseydi onu?  Artık sevilmediği için üzülürdü elbet. Ama karşılıksız bir aşkın acısı, güzel olabilecekken yitirilmiş bir aşkın acısından daha katlanıl