Ana içeriğe atla

Kayıtlar

2023 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Fleabag

Geçen gün yolda yürürken yanımdan geçen genç bir adam "Sizde Fleabag vibe'ı var" dedi. "Çok severim" dedim. İyi akşamlar'laştık, hızlandı, gitti. Bazı insanlar çok tatlı. Bu vesileyle buraya bırakayım: Fleabag Quotes

Neden narsist partnerlere çekiliriz?

Neden narsist partnerlere çekiliriz? Neden narsistler, karanlık adamlar, kötü çocuklar daha çekici gelir bize? İlk başta çok farklı, çok özgüvenli, sürprizli ve heyecan uyandırıcıdırlar. Muhteşem bir love bombing ile başlarlar ve istediklerini elde ettikten sonra gaslighting aşamasına geçerler. Bunun için oturup baya baya strateji üretirler. Biz ise süreçte farkında olmadan özdeğerimizi kaybettiğimiz, ışığımızın kısıldığı, kilo aldığımız, ne bileyim saçımızın dalgasının bile bize küstüğü mutsuz bir döneme gireriz. Bu enerji vampirleri , bizde emecekleri enerji kalmayana kadar yıllarca bir köşede sürünmemizi izlerlerken kendi hayatlarını yaşarlar ve eğer şanslıysak bir gün bizi terk ederler. Bizi terk etmeleri oldukça iyi bir şeydir doğrusu. Esas mesele neden bizim onları terk edemiyor oluşumuzdur.  Neden narsist partnerlere çekiliriz?  Bu bir kara deliğin bir yıldızı kendine çekmesi gibi bir şey... Karanlığın çekiciliği. Yoğun, sessiz, ağır, ağır başlı, durgun, durağan, ölü ve belki d

Hold on tight, during the ride!

Hold on tight, during the ride! Ben gitmeden kısa süre önce Berlin otobüslerine yerleştirilmiş bir anons. Alya her duyduğunda "Yaa, eskiden yoktu böyle bir şey." deyip durdu. Muhtemelen birileri keskin virajlarda düştüğü için yeni konulan bu anonsu ben de kendimce evrenden bir mesaj olarak algıladım. Çünkü neden olmasındı :) Sürüş boyunca sıkı tutunun! Sürüş boyunca, yani yaşam boyunca, sıkı tutunalım, yani dirayetli olalım. Önümüzde keskin virajlar olabilir, ama iyi tutunursak, dengemizi bulursak bizi kimse deviremez.  Soğuk kuzey zihnimi birçok açıdan açtı. Tebdil-i mekanda ferahlık var gerçekten. 3 gece 4 günlük kısa bir geziydi ama hem 2 yılın sonunda Aloş'umu gördüm, hem Berlin deneyimi edindim. Seviyorum başka ülkelerin kokusunu almayı. Oralardan üzerime bulaşan aurayı. İnsan hayatına dışarıdan bakınca yepyeni detaylar görebiliyor. Aşılmaz görünen duvarlar bile aşılır olabiliyor.  Güzel gerçekten. Sıkı tutunuyoruz, evet..

Söğütlüçeşme

Aşkımı bir tren istasyonunda kaybettim. Tıpkı filmlerdeki gibi. Trene bindim ve geri dönmedim. O da peşimden gelmedi.  Ölüm gibi bir şey oldu, ama kimse ölmedi. Daha doğrusu acı bana hiç olmadığım kadar yaşadığımı hissettirdi. Önce kış soğuğunu nefesime çekerken ciğerime dolan acı şeklinde; ardından -hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde- uzun süre geçmeyen soğuk algınlığı şeklinde ve son olarak bitmek bilmeyen gözyaşları şeklinde. 3 aydır tanıdığım bir adam için herhalde 6 ay kadar ağlamıştım. Sonra 3 yıl ondan fiilen kaçmış, sonra uzun yıllar kaçınmış ama hakkında düşünmeyi hiç bırakmamıştım. Şöyle yapsaydım nasıl olurdu, şöyle deseydim nasıl olurdu, o trene binmeseydim nasıl olurdu?... Bundan neredeyse 13 yıl önceydi. Bir kış gecesi, Kadıköy Söğütlüçeşme istasyonunda Tuzla treninin gelmesini bekliyordum. Hava soğuk ve kasvetliydi. İstasyon da yorgun ve yaşlanmış. Ben üşüyordum ama soğuktan çok sevgisizlikten. Sevilmemekten değil belki ama sanırım sevilmediğimi düşünmekten. Derin bir alın

Seçenekler

Bulunduğun yer seni memnun etmiyorsa, yerini değiştir. Ağaç değilsin. Ben gidiyorum. Gerçekten. Havlu atmak gibi düşünmeyeceğim bunu. Bir şeylerin işleyişinin değişmeyeceği, iyileşmeyeceği belli olan bir yerde, diğerleri gibi söylenerek zaman  öldürmeye devam edemeyeceğim sadece. Çünkü başka seçeneklerim var. Hayatta seçeneklerin olması çok önemli. Bir yol bulmak, bir yol açmak için. O konfor alanından çıkmak için... İş yapmak isterken sürekli engelle karşılaşmak, önceliklerin bambaşka olması, fikrinin önemsenmemesi, ekip olunamaması, bir "krallıkta" aslında derebeylikleri yokken landlord gibi davranmaya, bölgesini işaretlemeye çalışan ve aslında yaptığı işe çok da inanmayan insanlar vb. koşullar bu şirkete bir türlü aidiyet duyamamama yol açtı. Ben inandığım bir iş uğruna yıllarca şehirlerarası yol gitmiş insanım. İnanmadığım bir işi yapabilme kapasitem yok. Kaldı ki iş yaptırılmıyor da... Sonuçta şu noktaya geldim:  Bulunduğun yer seni memnun etmiyorsa, yerini değiştir. Ağa

Yarık

Zaman zaman açılan bir yarığım var. Bir fermuar gibi. Çukur gibi.  Canlı bir fay hattı, lavdan bir girdap gibi. İnsanları kendine çekiyor.  Masumiyet, samimiyet, güler yüz. Ve eşdeğer bir ilgi, kayıtsızlık ve fütursuzluk hali. Kahkaha ve gözyaşı. Sıcak. Tüketici. Ölümcül.  Böyle zamanlarda diğer çocuklara bilyelerini gösteren bir sokak çocuğu oluyorum.  Parlak gözlerle onların bilyelerini görmek istiyorum:   Seninkiler ne renk? Şu mavi camdan olanı beğendim. Benimle oynar mısın? Evet, yaklaş ve bana elini göster. Belki hoşuma gider? Oyun oynuyorum. Flört oyunu. Kontrol edilmeyi kontrol ediyorum. Erkekleri kontrol ediyorum.  Ama bir süre.   Çünkü benden iyi oyuncular var.  Çünkü o yarık nihayetinde kapanmak zorunda . Başta masumane başlayan, tehlikeli bir oyun bu. Bu yarık açıldığında aşıklar ve düşmanlar ediniyorum. Neden sonra oyun bitiyor. Aniden bir pişmanlık hissi peyda oluyor. Çünkü karşımdaki çocuk ağlıyor. Mavi cam bilyesi ortada yok. Nerede bilmiyorum , diyorum. Ben almadım. Oy

Philophobia

Korku ve aşk arasında güçlü bir bağlantı vardı. Ve korkuyordu.  Âşık olmaktan korkuyordu, çünkü zaten aşıktı.  Dağıtmaktan korkuyordu, çünkü dağılmaktan korkuyordu. Bir uçurumdan atlayıp bin parçaya bölünmekten korkuyordu. Çünkü bunu daha önce yapmıştı. Bu yüzden uzak durmalıydı ondan.  Bir seçim yapmak istemiyordu. Aslında bir seçim yoktu, olmamalıydı. Yoksa olası bir mutsuzluğun, ya da ucundan kaçırılmış bir mutluluğun sorumluluğunu tek başına alması gerekecekti. Ama bir seçim yapmazsa vicdanı rahat olurdu. Hatta seçme hakkı elinden alındığı için öfkelenir,  mağduriyeti yüzünden onu suçlar ve kim bilir belki mutlu bile olurdu.  Evet, yetişkinliğin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden sevmemeliydi onu. Deli gibi sevilmek istiyordu oysa. Ama söylemiyordu.  Söylerse gücünü kaybedeceğini biliyordu. Aciz görüneceğini. Ne olurdu sevmeseydi onu?  Artık sevilmediği için üzülürdü elbet. Ama karşılıksız bir aşkın acısı, güzel olabilecekken yitirilmiş bir aşkın acısından daha katlanıl

Hyperballad

It's early morning, no one is awake I'm back at my cliff, still throwing things off I listen to the sounds they make on their way down I follow with my eyes 'til they crash I Imagine what my body would sound like slamming against those rocks And when it lands Will my eyes be closed or open? I go through all this Before you wake up So I can feel happier To be safe up here with you

16 Gün

Samos körfezi esintisi, b ir konser,   iki Urla seyahati, güpgüzel deniz kıyıları, bir Avrupa şampiyonluğu, bir kalp krizi, bir böbrek kumu, bir  dakos , 2 kadehi  hediye   şişelerce şarap,  10 bardak freddo espresso, bir dondurmalı sabah kahvaltısı, bir Christina sevgisi, 3 sokak koşması, 8 top dondurma, bir somonlu makarna, 2 öğle kaçamağı, çokça güzel müzik, yüzlerce öpücük, iki  o-t,  yeni arkadaşlar, bol kahkaha, duygusal ve zihinsel buhranlar... 16 günlük bir kesit.  Ne güzeldi.

Sevilen

Sevilen bir kişi ne zaman sevmeye başlar? Zorunlu olarak sevmeye başlaması, seven kişiye kendisini sevmesi için herhangi bir neden vermemiş olmasından kaynaklanıyor. Yani, bende onun beni sevmesi için hiçbir neden yok, seviyor beni, ben de onu seviyorum. Bu kadar basit bir şeyden bahsediyor Spinoza... Bir neden vermiş olsaydım, zenginlik vb. o zaman karşılığında onu sevmek zorunda olmazdım, aslında sevmezdim, gurur duyardım.  - Ulus Baker

Kelimeler

Bir erkek sana kelimeleriyle dokunmaya başladığında, elleri uzakta değildir. - Il Postino, 1994

Hazard

  We used to walk down by the river She loved to watch the sun go down We used to walk along the river And dream our way out of this town...

Romantik Nostalji

Romantik nostalji, sevgilimiz olabilecek ama şans eseri nedense olmamış kişiler gördüğümüzde ortaya çıkar. Alternatif bir aşkın olasılığı, içinde bulunduğumuz hayatın, sayısız hayat ihtimalinden yalnızca biri olduğunu anımsatır. Ve belki bizi hüzünlendiren şey, hepsini birden yaşayabilmenin olanaksızlığıdır. - Alain De Botton, Aşk Üzerine

Yeni Bir Kıta

açıl geminle o dalgalı denize, usta bir kaptan gibi, pupa yelken gel bana. yönünü geri giden sabah yıldızı bulduracak sana, bize merhamet eylesin. deniz tuzu, müge çiçeği ve toprak kokacak bulduğun yeni kıta. korkma, nefesimle yeniden can vereceğim sana.

Maternal Narsizm

Duygusal olarak olgunlaşmamış, kendi ebeveynlerinden yeterli sevgi ve ilgiyi görmemiş, olduğu kişi olarak sevilememiş annelerin çocuklarına (özellikle kızlarına) sevgi vermemesi, eleştirmesi, onaylamaması gibi davranışlarda bulunmasına  maternal narsizm  deniyor.  N arsist bir annenin (ya da babanın) kızı/oğlu olarak büyümek, çocuğun duygusal dengesini derinden etkiler. Narsist anneler, çocuklarının nasıl hissettiği ya da neye ihtiyaç duydukları üzerine pek düşünmez, sadece kendi değerlerine uygun davranışları onaylar, bunun dışındaki her tutum, tercih ve ihtiyacı değersiz sayarlar.  Böyle bir ortamda büyüyen çocuğunun hayattaki en temel çabası annesinin sevgisini kazanmak, ondan onay almak, yetişkin olduklarında da çevrelerindeki insanları mutlu etmek, onlardan onay almaktır.  Böylece kendi istek ve ihtiyaçlarının farkında olmadan büyürler.  Yetişkin olduklarında ise  tıpkı keni anneleri gibi ne yaparsa yapsın kendisine dudak bükecek, beğenmeyecek arkadaşlar ve eşler seçerler;  anca

Codependency (Karşılıklı Bağımlılık)

Hayatımın şu döneminde codependency , yani "karşılıklı bağımlılık" olmadan ilişkilenmeye çalışıyorum. Kişiye ya da ilişkiye bağımlı olmadan sağlıklı bağlanmaya çalışıyorum yani. Bu pek bildiğim bir alan değil. Bildiklerimi unutup yeniden öğrenmem gereken bir alan.  Eskiden birbirimize yaslana yaslana dengeli yürümeye çalışırken, şimdi tek başıma yan yana yürümeyi öğreniyorum. Baya sakarca olabiliyor bu durum ve düşüp duruyorum. Ama kalkıyorum da :) Yeterince zaman geçtikçe her şey yerli yerine oturuyor gibi.  Duygusal dalgalanmalarım, tıpkı okyanustaki dev dalgalar gibi beni alıp bir yerden bir yere sürükleyebiliyor. Tekrar kıyıya çıkmak için debelenirken bir miktar su yutabiliyorum. Bu süreçte boğuluyor gibi hissedebiliyorum. Sanırım denizimi sakinleştirmem gerek. Ama tamamen durgunlaştırmadan. Duygularımız olmadan biz, biz değiliz çünkü. Ben romantik bir kadınım. İlgi isteyen bir kadınım. İlgi manyağı değilim ama karşıdan beklediğim ve vermeye istekli olduğum ilgi düzeyi o

Spinoza ve Aşkın Diyalektiği

Deleuze, Spinozacı gerekçelerle bu "admiratio" duygusunu tahlil eder: "başka bir dünyanın zarafeti" . İlk bakışta aşk diye algıladığımız şey, aslında sevgi değil bir meraktır -sonradan sevgiye dönüşebilir ama anlaşılabileceği gibi epeyce kırılgandır (ve bunu hissetmek için Proust okumanız gerekir). Biz genellikle hafiften sarsak, sanki başka bir dünyadan inmiş gibi görünen, şöyle ya da böyle bir beceriksizlikle hareket ettiğine şahit olduğumuz, ama henüz bir "acıma" duygusuyla bakamadığımız varlıklara dikkat ederiz. Hayranlık bir tapınma değil, daha çok bir dikkat celbidir . Hissederiz ki karada yürüyemeyen o yengeç, kıyıda çırpınan bir balık kendi dünyasında, suda müthiş bir zarafetle  yüzmekteydi . Her aşkın başlangıcı böyle bir "başka dünyanın zarafeti" algısıdır... Bunu en iyi kadınlar anlıyorlar ve bir tür "şefkat" duygusu geliştiriyorlar. Şefkat, bir duygu ya da tutku değildir, bir ilgi, bir admiratio'dur . Olmadığında bu

If we ever fall in love...

If we ever fall in love, let's never tell the world. The world tends to ruin beautiful things. So, let it be our little secret. If we ever fall in love, let's always keep our promises. I have broken way too many promises like cookies,  to know that's how relationships crumble. If we ever fall in love, let it be everyday. I want to learn to love you in new ways, with new days. If we ever fall in love, let's never be scared. I know love is a fall of trust, and I don't want to fear falling,  I know I will be held. If we ever fall in love, let's always sleep our problems away. The only thing we should take to bed should be each other, nothing else. If we ever fall in love, let's cry together. I know we'll always laugh together and dance together,  but tears are just fears waiting to be dissolved. If we ever fall in love, and we may never fall in love. But if we ever do, love me with all your heart. And if you have to, if you absolutely have to - you can brea

Nehir

bir nehir üstünde yol alıyoruz, bereketli sulara doğru kayığı ellerimizle inşa etmişiz nereye gidiyor? denize mi? ilk koydan kıyıya mı? ilk sığlıkta kayaya mı? ne kadar sağlam? alabora mı olacak, pupa yelken mi? dümen elimize, umut dilimizde, akıştayız rastgele...

Ateş

Ateş yanmakta olan odunlarla değil, yeni yanmaya başlayan odunlarla yanar. Hep yakacak yeni odunlar bulan ateş, yükseliş içindedir, yalnızca eski -yanan- odunları olan ateş, inişe geçer.  Yanamayan odun, tüter. Ateşin, bazen, yalnızca tüter; yanamamaktadır. Dikkat etmen gereken, ateşe yan yana ve üst üste koyduğun odunların birbirine olabildiği kadar yakın olmaları, ama hiçbir zaman bitişik ve binişik olmamalarıdır.  Ateşi yakan , ısı olduğu kadar, havadır . Belki daha da çok. Ateşin bir kez yanmaya başlayınca senin denetiminden çıkar gibi olur. Ama unutmamalısın ki, kendi haline bırakılan ateş, gerçi, koşullar uygunsa harlar; ama kısa zamanda yakabileceklerini yakarak tükenme sürecine girer. Ateşin ilk niteliği yayılmaksa, son niteliği de tükenmektir . Bu yüzden, ateşini beslemen gerekir. Tam zamanında, tam yerinde, yeni yanacak odunlar koyman, belirli bir yanı tükenmeye yüz tutmuş odunları birbirlerine göre çevirmen, yanamayarak tütmeye başlamış odunları yanabilecekleri bir konuma

Tevafuk

Denk düşme. Uygun gelme. Kaçınılmaz tesadüf. Arapçadan geçmiş, "uygunluk" manasındaki "vefk" kelimesinden türemiştir. Hayatta aslında tesadüf diye bir şeyin olmadığı, her şeyin kusursuz bir düzenle işlediğine dair alternatif bir inançtır. Doğadaki kusursuz uyumun, ahenkin insan hayatındaki tezahürüdür. Hayat yolunu tevafuklar sürecinde seçim ve eylemlerimiz belirler ve almaşık rotalar oluşturulur.  "Görmüyor musun alametlerle dolu etrafımız," diyor. "Alametler ve tesadüfi olmayan tesadüfler. Tevafuk kelimesi başka, tesadüf başka. Mühim bir fark var arada. Tevafukta gelişigüzel gibi duran parçalar aslında bir bütünün tamamlayıcısıdır. Açık bir kitap kabul edeceksin şu koskoca kainatı. Okurunu bekleyen bir kitap gibi. Her gününü ayrı ayrı okumak lazım. Ne geçmişe ne geleceğe odaklanacaksın. Aslolan şu andır. Sayfa sayfa gideceksin. Elif Şafak - Siyah Süt Bazı kelimeler çok güzel. Takvimin Mayıs ayı teması. Hayırlısı olsun.

Immature

  How could I be so immature To think he could replace The missing elements in me How extremely lazy of me...

Hiçbir Zaman Diliminde

En iyisi olsun isterdim Ne sonu ne başlangıcı olan Hiçbir yerde Hiçbir zaman diliminde Dünyanın en uzun sahilinde yürümek gibi Denizin üstünde takılı kalmış Batmayan bir güneşi izler gibi En iyisi olmak isterdim Senin için En güzel şiiri yazmak isterdim Bir defada anlarım olunca, derdim Bir defada anlaşılmıyormuş Anlayınca anlatırım, derdim Hiçbir dilde Hiçbir zaman diliminde 10.01.2012

Pembe Güller ve Hayaller 🌸

Bugün biraz kaybolmuş hissediyorum. Hani hızlıca bir yerden bir yere giderken ne için gittiğini, ya da mesela salondan kalkıp yatak odasına bir şey almaya giderken ne için kalktığını unutursun ya... Öyle bir his. Dün çok sevdiğim bir arkadaşımla buluştum, sırasıyla kahve, yürüyüş, şarap paylaşırken saatlerce sohbet etmişiz. Saati öyle unutmuşuz, öyle derin konulara girmişiz ki, o katılacağı online toplantıyı kaçırdı, ben de çiçekçide gözüme kestirdiğim uçuk pembe gülleri alamadım. Ama bugün alacağım onları. Sanırım umutlu hissetmek istiyorum. Pembe ve yeşil, kalp çakrası renkleri. Arkadaşımla renkler üzerine de konuştuk. Yeni evimi yemyeşil yaptığımdan bahsettim ona. Duvarlar, bitkiler, bazı mobilyalar... Yeşil aynı zamanda şifa rengidir, dedi arkadaşım. Çok doğru bir seçim olmuş o zaman. Hala iyileşiyorum çünkü. İyileşmeye çalışıyorum.  Ülke deprem ve ekonomi ardından seçim gündemiyle dolu. Ekonomi çok kötü. Alım gücümüz çok düştü. Dışarı çıkıp biraz sosyalleşmenin maliyeti çok yükse

Your girl is lovely, Hubbell.

Çok güzel, çok gerçekçi, 1930-1950li yılların Amerika'sını bütün politik rüzgarlarıyla beraber ele alan, duygusal ve kült bir filmdi "The Way We Were".  SATC'nin bir bölümünde Carrie Mr. Big'e filmin sonunda geçen şu meşhur repliği söylemişti: "Your girl is lovely, Hubbell." Severken ayrılan, ancak aşkıyla dost kalmaya çalışan kadınların repliği olmuş bu uzun süre belli ki.  Filmde komünizm ve liberalizm ideolojileri arasına sıkışmış, birbirinden farklı ama birbirini birçok açıdan tamamlayan iki kişinin yıllar içinde bir arada kalmak için verdiği mücadeleyi izliyoruz. Katie, Yahudi bir komünist. Hubbell ise liberal/apolitik bir Amerikalı. Çiftin hayattan beklentileri zaman içinde çok farklı noktalara evriliyor ve son kaçınılmaz oluyor. Yine de o aşk, o paylaşılmışlık asla unutulmuyor. Ayrılmasalardı film aynı etkiyi vermezdi, biliyorum. Ama insan üzülmeden edemiyor.  Tartışmalarından birinde bir noktada Hubbell Katie'ye "politikayı bu kadar kişi

Aşk Üzerine

"Aşıklar, yanılgıya düşerek aşık olma riskini, şüpheye düşerek aşksız kalma riskine tercih etmelidir." - Alain De Botton, Aşk Üzerine 

Frekans

Frekansı yüksek insanlar, yani yüksek titreşime sahip insanlar, yüksek sezgileri olan, empati yapabilen, duyarlı, yargısız ve koşulsuzca sevebilen insanlar olarak tarif ediliyor. Rağmen sevebilen insanlar yani. Frekansın yüksek olması, kişinin enerjisinin (vibe'ının, titreşiminin) yüksek olması demek. "Good vibes only" diye boşuna demiyoruz. İnsanlar arasında frekansın tutması ve tutmaması diye bir şey var. Aynı frekansta ya da enerji düzeyinde yaşamıyorsanız kesinlikle karşılıklı tahammül azalıyor. Özel ilişki, arkadaşlık ilişkisi, aile ilişkisi fark etmiyor. Dönem dönem aynı/benzer frekanslara sahip insanlara çekiliyoruz, sonra enerji düzeyleri değişime uğruyor. Bazısı enerjisini arttırırken, bazısı azaltıyor ve kişiler birbirini duymamaya, anlamamaya, birbirlerini yormaya, tahammül edememeye başlıyor. Hatta birlikte bulunduğunuz mekanın enerjisi bile düşmeye ve sizi zorlamaya başlıyor. Ne kadar adaçayı tütsüsü yaksanız da işe yaramıyor. İşte o noktada çalıyor ayrılık ç

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi

İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi İzmir’de gerçekleşti. En temel konu elbette ki ekonomi, deprem ve seçimdi. Ve liyakat ve adalet. Birbirinden değerli uzmanlar panelde sunum yaparken, paralelinde odak grup toplantıları yapıldı. Deprem uzmanı Prof. Dr. Naci Görür, depremin partiler üstü bir konu olduğunu vurgularken şöyle bir cümle kurdu: “İnsanların can sağlığını düşünmeyen devlet olur mu? Böyle bir devlete gerek var mı?” Ve 2 ay sonra gerçekleşecek seçimde ideolojilerimizi bir kenara bırakarak ve geleceğimizi düşünerek oy vermemiz gerektiğini söyledi. Tahmin ettiğiniz gibi oldukça siyasi bir ortam var ki ekonomi ve kentleşme doğrudan siyaset ve kentsel politikalar ile alakalı konular. Siyaset yapmak zorundayız. Hayatın her alanında. Temel meselemiz depreme dirençli kentler kurmak ve bunun için odaklanılması gereken 6 madde sıraladı Prof. Görür: (1) yönetim sistemi ve yönetici özellikleri (ör. yetkinlik, denetim, imar affına karşı duruş, liyakat), (2) halk (ör. eğitim, kaçak yapılaşma),

Situationship

Bugün Beije'in paylaşımında görüp yeni öğrendiğim, İngilizce "durum" ve "ilişki" kelimelerinin birleşmesiyle ortaya çıkmış yeni bir tür ilişkisellik kavramı "Situationship". Yani bir tür "arafta ilişki" diyebiliriz. "Biz şimdi neyiz?" ilişkisi diyebiliriz. Yer yer çok samimi olduğun bir insana "Neyiz?" sorusunu sorabilecek samimiyetin olamadığı ilişki türü diyebiliriz. Baştan şartları açıkça konuşulmaz ve tercihen ilişkiye döndürmek isteyen tarafa ümit verilip sürüncemede bırakılırsa, suiistimale açık olduğunu söyleyebiliriz. Y ve Z kuşağının özgürlük arayışı ve ihtiyacının sonucu diyebiliriz. Hayatımızın bir ya da birkaç döneminde bu ilişkinin içinde bulabiliyoruz kendimizi. İki taraf da ilişkiye henüz hazır değilse, güzel bir geçiş ilişkisi olabileceği gibi, çoğu zaman güvensizlik ve belirsizlik hissi, yakınlık ve destek ihtiyacının ve duygusal tatminin karşılanamaması ve sorumluluktan kaçmak için açık kapı bırakılması

Mutlu Olduğumuz Yere Kanat Açan Adamlar

Canım Şafak ablam dün güzel bir tabir kullandı sohbet ederken: "Mutlu olduğunuz yere kanat açan adamlar" ...  Öyle ki, bu adamlar, bizim mutlu olduğumuz şehirlere, mekanlara, insanlara doğru çekilirler. Koşarak, ve hatta uçarak gelirler ki, hayatlarımıza dahil olsunlar, bizimle birlikte deneyimleyebilsinler bu yerleri. Bu adamlar bizi mutlu etmek, mutlu görmek isterler. Gözlerimizdeki o ışıltının hala orada olup olmadığını takip ederler. Velev ki dalıp gittik, hemen "Ne oldu? Neyin var?" diye sorarlar. Bizimle ilgilenirler . Bu ilgi sahte bir ilgi değildir. Karşılıklı bir ilgi değildir. Aman dur onunla ilgileneyim de o da benimle ilgilensin diye gösterilmiş bir ilgi değildir. Samimi bir ilgidir. Çünkü bu adamlar aslında bizi seviyordur. Ve hatta belki aşıktırlar bize. Kendi tercihleriyle mekan değiştirmeleri, karar değiştirmeleri, hayat değiştirmeleri bu yüzdendir. Bu durum büyük bir motivasyon kaynağıdır tümden bir sebep olmasa da. Ki tüm sebebin bu olmaması da i

Gözyaşlarımızı Bitti Mi Sandın

Özleye özleye kavuştuk birbirimize Birbirimize vitaminler, moraller verdik İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık Gözyaşlarımızı bitti mi sandın...

Ben (sana karşı) böyleyim*

Ben (sana karşı) böyleyim* "Ben ilişki insanı değilim", "Monogam ilişki bana göre değil", "Evlenmeyi düşünmüyorum", "Çocuk istemiyorum", "Yüksek standartlarım var, onları sağlarsan seni severim", "Bende böyle, işine gelirse..."  Hepimiz bu ve benzeri cümleleri bir ya da birkaç kez duymuşuzdur partnerlerimizden . Bunca yıllık gözlemlerim ve binyıllardır romantik uğraşlarda bulunan sayısız insanın gözlem ve deneyimleriyle birlikte, bu cümleleri kuran insanlara "Geçiniz bunları..." demek isterim. Partnerlerine bu cümleleri kuran insanların başka partnerlerle bu cümlelerin aksini yaşadıklarını defalarca gördük. Issız adamlar bir de bakmışsınız hop evlenmiş, femme fatale'lar hop anne olmuş, instagram sayfalarında boy boy bebeklerini paylaşmaya başlamışlar. Komik, değil mi?  O zaman neden kuruluyor bu cümleler? Amaç ne? Peki bu cümleleri kuran partnerleriniz varsa kendinizi nasıl konumlandırmalısınız? Öncelikle size b

İzmir Büyükşehir Belediyesi

2008 yılında henüz 3. sınıf öğrencisiyken staj yapmaya geldiğimde bir gün belediyede çalışma ihtimalimi düşünmüştüm doğrusu; ama ardından bir süre özel sektör ve sonrasında akademide karar kılmıştım. O zamanlar kalabalık ve bir bütün halinde, emekli olmaya yaklaşmış ve çoğu bilgisayar kullanmaya adapte olamamış çalışanlarıyla, oldukça yavaş bir Nazım İmar Plan Şube Müdürlüğünde dosya katlamayı ve taramayı öğrenerek başlamıştı stajım. Ardından bir köy envanter gezimiz olmuş ve saha verilerini genç plancıların bizi yönlendirmesiyle belediyede yeni yeni kullanılmaya başlanan netcad’e işlemiştik. O kısmı daha çok sevmiştim. Genel olarak enerjisini sevmiştim aslında ortamın.  Aradan 15 yıl geçtikten sonra yeniden buradayım.   Oradaki staj arkadaşlarımdan Semih bir birimde müdür olmuş şimdi. Adı değişmiş; Üst Ölçek Plan Şube Müdürlüğü. Çalışan sayısı azalmış. O dönem genç plancı olan bugünün kıdemlileri başka birimlere müdür ya da daire başkanı olmuş. Yaşlılar emekli olmuş. Genç ve bilgisaya

Taşınmanın Tarif Edilemeyen Hüznü

Hep bir vuslat habercisi gibi coşkuyla eve döneceğimi düşünmüştüm. Buraya geldiğimden beri, 4 yıldır aslında bugünü bekliyordum. Bugün gelsin diye A, B ve C planları geliştirmiştim. İlk iki plan başarısızlığa uğradı ancak sonuncusu beklediğimden de hızlı bir biçimde gerçekleşti. Sanki bunca zaman olmayı bekliyormuş, hep böyle olması gerekiyormuş gibi. Sanki dün ve bugün arasındaki her şey ve herkes geçici rollere sahipmiş ve zamanı doldurmuşlar ve uzun, upuzun bir pause tuşuna basılmış gibi. Elbette hayat durmadı, aksine doludizgin aktı ve çok şey oldu bu 4 yılda. Ama geri dönüp bakınca, yıllar o kadar hızlı geçmiş görünüyor ki... Eve dönüyorum. Fakat bendeki o coşku gitti. Çünkü zaman heyecan dahil her şeyin üstünü örtüyor. Bazı şeylerden vazgeçmeden İzmir'e geri taşınma olanağı doğmadı kısacası. Yapmam dediklerimi yapmadan, kendimi değiştirmeden, yargılarımdan arınmadan (hala deniyorum), bunca yıl emek verdiğim işimden ayrılmadan, rotamı aniden kırmadan, bazı şeyleri yıkmad

Kitaplık

Kadın ilk önce kitaplarını toplamaya başladı. Sanıyordu ki evden almak istediği en değerli şeyler onlardı. Kimseye ödünç bile veremezdi, eli titrerdi. Adam da öyleydi. 9 yılın ardından birbiri içine geçmiş, bulanıklaşmış hatıralar arasından haliyle arada "Bu senin kitabın mıydı, benim mi?" diye soruyordu kadın. Hepsinde "Benim." dedi adam. "Emin misin, ben sana al demiştim bunu sanki?" Emindi. Kadın inatla sormaya devam etti. Hatta kesinlikle adamın olan bir kitabı aşırmak niyetiyle de baya tartıştı. Sonra bıraktı. Kitaplığın yarısında aklı kalacaktı zaten.  Adam o süre boyunca playstation oynadı. Gergindi. Kadın nedenini bilmiyordu. Nedeni kadının varlığı mıydı, yakında bu evden gidecek olması mıydı, başka bir şey miydi? Sormadı. Alttan almaya karar verdi. Adamın hayatını kurtardığı yavru kedi kadının önünde arkasında zıplıyor, ayaklarına sarılıyor, kollarını dişliyordu. Hiç vazgeçmiyordu piç kurusu. Çok tatlı bir şeydi. "Kahve ister misin?"

Aftersun

Ağır temposundan ve yorgunluğumdan 3 seferde tamamlayabildiğim muhteşem bir film izledim: Aftersun . Şimdiden alacağı bütün ödülleri (ki alacak) hak ettiğini söyleyebilirim. Filmin yönetmeni Charlotte Wells kendi hayat hikayesini anlatıyor. 1998 yazında babasıyla Türkiye'de geçirdikleri bir yaz tatilinden kesitler sunarken hem ülkenin eski güzel günlerini izliyoruz, hem de bir aile dramını. Oyuncular Paul Mescal ve Frankie Corio müthiş iş çıkarmış. Film sıcacık, sakin ve samimi. Bir kadın elinden çıkmış olduğu belli. Sanki bir film değil de bir  duygu izliyormuşuz gibi. O duygu ise;  hasret . Söz konusu babaları olduğunda kız çocuklarının belki de asla tam olarak büyüyemediklerini görüyoruz. Belki de filmde bir büyüme, anlamlandırma arayışı, kavuşma ve kopuş izliyoruz.  Filmin ismi çok iyi seçilmiş. Hikaye bir yaz tatilinde geçtiği için hem güneş sonrası rahatlatıcı kremin adını taşıyor, hem de babayı güneş, yani hayat ışığı olarak ele alıyor. Astrolojide de böyle değil midir; bab