Ana içeriğe atla

Diyet Bisküvi vs. Çikolata

Museu Nacional D'Art de Catalunya'dayız, Ortaçağ gotik dönem resimlerinin olduğu salonu geziyoruz. Bir türlü sevemedim bu dönemi. Binalar ilgimi çekse de, resimlerdeki karanlık, acı, hüzün, insanı alıp dibe çekmeye başlıyor. Şimdi insan haklarının üst düzeyde olduğu Avrupa'nın bir zamanlar cadı diye masum insanları yaktığını hatırlatıyor. Öyle bir şanssız dönemin resimleri bunlar. Çarmıhta Hz. İsa figürleri, işkence gören Azizler.. En yürek okşayıcı tablolar Hz. İsa'nın doğumunun tasvir edildikleri, o kadar.


Gezerken, dünyada dinin etkisi üzerinde düşünmeye başladım. Hz. İsa, Yahudilerce katledildi, dostluğu, sevgiyi, kardeşliği yaymak isterken. O ölünce yaydılar. Kese kese, öldüre öldüre. İtaat etmeyeni afaroz ederek. Magdalalı Meryem'i taşlatmayan Hz. İsa'nın böyle bir Hristiyanlık yaratmak istediğini sanmam, hiç sanmam. Sonra Hz. Muhammed geldi. Ömrü hayatı boyunca çok az gün savaştığı söylenir, o da mecburiyetten. Ondan sonra Müslümanlık hızla yayıldı, kanlı bıçaklı, cihad naraları atıla atıla. Onun da böyle bir Müslümanlık yaratmak istediğini sanmam, hiç sanmam. Topluma örnek olan, iyi yürekli, ılımlı insanlar olarak tasvir ediliyorlar sonuçta?


"Kan dökmeyin, günah." diye yazıyordu Hz. İsa'nın kutsal kitabında (öldürmeyin). Zeki, çevik, ahlaklı Ortaçağ rahipleri de bunu yorumlayıp kan dökmeden öldürmenin bir yolunu buldular: yakmak. Kan dökülmüyordu sonuçta, anında buharlaşıp uçuyordu, ölse de günah sayılmazdı, değil mi?


İncil'in değiştirildiği söylendi, kabul edildi. Ku'ran hiç değiştirilmemiştir, dendi. Kur'an'ın Hz. Muhammed'in ölümünden çok zaman sonra kaleme alınmasına ve söyleyememiş olacağı kadar çok sayıda hadis üretilmiş olmasına rağmen. Son kitap, en doğrusudur, dendi. Belki öyleydi, ama insan eliyle yazılmıştı, artık ne kadar güvenilirdi?


Ortaçağ gotik ve barok dönemden art nouveau ve modern dönemlere geçtiğimiz sırada yanımdaki İran'lı arkadaşıma döndüm,


"Biliyor musun, geçen gün Başbakanımız 'dindar bir nesil' yetiştirmeyi hedeflediklerini söyledi."
Gözleri kocaman açıldı,
"Nasıl?.. Neden?!" 
Omuzlarımı silktim,
"Politikaları böyle, halkın nabzını bu şekilde tutuyorlar. Çok güçlendiler ve bu gücün verdiği kibirle korkusuzca her istediklerini söyleme ve teşebbüs etme hakkını buluyorlar. Ancak, bir insan kendini en yenilmez hissettiği anda hata yapmaya daha yakındır, ben buna inanıyorum."
Başını iki yana salladı,
"Eskiden ben de böyle düşünüyordum ancak bizim ülkemizde her şey çok hızlı değişti. Her dediklerini yaptılar. Ve o kadar içleri boş, o kadar aptallar ki, nasıl bir ülkeyi yönetebiliyor ve çoğunluğu peşlerinden sürükleyebiliyorlar aklım almıyor."
"Tek başlarına yapabileceklerini düşünmüyorum," dedim, "Arkalarında dış güçlerin desteği olmadan bu cesareti bulamazlar. Geçenlerde 'Persepolis'i izledim."
"O sadece küçük bir kısmı. İran devrimiyle ilgili çok belgesel yapıldı her şey o kadar açık, net ve herkesin gözünün önünde oluyor ki.."
"Uluslararası internetin de kapatılacağını duydum?"
"Evet öyle bir girişim var, başlandı bile."
"Bilginin içeri girmesini istemiyorlar, değil mi?"
"Hem öyle, hem de içeride olanların duyulmasını istemiyorlar. Kuzey Kore gibi kapalı bir rejime sahip olmak istiyorlar. Muhalifler seslerini dünyaya duyurmasın, her şey kontrol altında olsun. Zaten şimdiki internet de filtreli, her şey kısıtlı. İnanamıyorum.. Onlar ve onları destekleyen insanlar, resmen yüzlerce yıl öncede yaşamak istiyorlar. Zamanı durdurup geri sarmak imkanlı olsa, yapacaklar." dedi.


Ve resimleri inceleyerek yürümeye devam ettik.


Düşündüm. İnsanlar, hoşgörüsüzlükleri, katılıkları, müdahaleleri ve inançları üzerine düşündüm. Yalnızca din de değil, mesela en muhteşem ırk olduğu inancı, dünyayı yönetebileceği inancı, Nazi Almanyası örneğindeki gibi.


Ve daha iyi anlatabilmek için absürt ve basit bir hale getirmeye karar verdim:

Elinizde bir diyet kitabı var. İstediğiniz kiloda kalmak için nasıl beslenmeniz gerektiği yazıyor. Muhtemelen zayıflamak istiyorsunuz ya da kilo almaktan çok korkuyorsunuz. Bu yüzden de bu kitap elinizde. Adım adım, harfiyen uyguluyorsunuz. Ara öğünleriniz meyve ya da diyet bisküvi. Hani şu suntaya benzeyenden. Hayal edin bakın, elinizde suntanız, kemirerek yürürken karşıdan gelen kadının elinde, o da ne! Bir çikolata görüyorsunuz. Ve kadın incecik! Bu işte bir terslik var! O kadın ya şişman olmalı, ya da çikolata yememeli! Müdahale ediyorsunuz,
"Hanımefendi, yemeseniz? Zararlı, kilo alırsınız." 
Garip garip bakıyor kadın, sizi tanımaz etmez,
"Sporumu yapıyorum ben. Teşekkürler."
"Ama bence yememelisiniz."
"Sizi ilgilendirdiğini düşünmüyorum?!"
"Yemeyin."
"Size ne kardeşim, alırsam benim kilom, ben alırım!"
"Yemeyin diyorum."
Bir ısırık daha alıyor kadın meydan okurcasına, özgür iradesi var sonuçta?!
Sesiniz yükseliyor,
"Yeme şunu gözümün önünde!"
"İyi çekil git önümden o zaman, bakma bu tarafa. Aaa, manyak mıdır nedir!"
"Yemeyeceksin dedim! BEN YEMİYORSAM SEN DE YEMEYECEKSİN!!"
Ve çikolatasını elinden alıp atmaya kalkıyorsunuz. Hır gür çıkıyor. Pek terbiyesizlik ediyor kadın, vermiyor çikolatasını. Ama sonuna kadar haklısınız. Tabi ya.. siz sunta yerken, o çikolata yiyip nasıl zayıf kalabilir? Saçını başını yolarak, az bile yaptınız!

Dürüst olmak gerekirse.. Kimse ötekinin kaç kilo aldığı ya da verdiği ile ilgilenmez. Rahatsızlık duygusu ve müdahale etme isteğinin sebebi aslında, sizin ağzınızın suyunu akıtan o çikolatayı yiyemiyor oluşunuzdur. Sizi kızdıran, karşınızdaki insanın özgür iradesine müdahale ettiren, yalnızca budur. Ayrıca, ufak bir hatırlatma: hiç haddinize olmadığını bilmelisiniz. Malum, herkesin diyeti kendine!

Recm cezası verileceği sırada hazır bekleyen ağzı sulu adamlar da bu diyetin kurbanlarıdır. Pardon, katilleri demek daha doğru. Suçlu ya da suçsuz, pek de umursamadan, örneğin zinayla suçlanan bir kadını taşlamak onları mutlu eder. Kadının onlarca işlediği günah ya da ölünce cehenneme gidecek olmasına üzüldüklerinden taşlamıyorlar onu emin olun. "Madem o zinayı yapacaktın, niye benimle yapmadın?!" düşüncesinin taşları onlar. O çikolatayı niye benimle paylaşmadın? Bu sapkınlığın, bu ruh hastalığının sebebi esasen budur. Boşanan, dul kadınlara yollu gözüyle bakan zihniyet de budur. Dul demek küfür gibi gelir kulağa böyle ülkelerde, farkındaysanız? Yoksa herkesin ibadeti kendine. Herkesin günahı, sevabı kendine. İnananlar için diyorum, hani din ya da diyet kitaplarında yazanları harfiyen uygulayanlar: size ne? Başkalarının tabağına bakmaktan, kendi tabağınıza bakmayı unutuyorsunuz, farkında mısınız? 

Sorarlar bu öfkeli adamlara, taşları ellerindeyken "Bunu neden yapıyorsunuz?" diye, "Allah böyle istedi!" diye bağırırlar. Öyle mi? Ne zaman istedi? Kulağınıza mı fısıldadı? Nasıl bir kendini bilmezlik. Nasıl bir nedensizlik. Neden yapsınlar ki, bir nedenleri yok. Daha doğrusu haklı bir nedenleri yok. Çikolata istemeleri dışında. O taşlar kendi nefislerine atılır, kendi zehirli düşünceleri yüzünden masum insanları katleder bu insan müsveddeleri. Ve ardından "Allah istedi!" diyerek, en kutsalları saydıkları varlığa bir güzel de hakaret ederler. Çalar çırpar, öldürür; sonra kurban keser, hacca gider, cennette vadedilen hurilerine kavuşmayı beklerler. Yazık. Onlara böyle sunta bir hayat yaşadıkları için yazık; bizim elimizdekilere göz dikip, hakaret ettikleri için bize iki kere yazık. 


Diyet kitaplarında, yeşil, sarı ve kırmızı işaretli yiyecekler vardır. Sağlıklı besinlerden zararlı besinlere doğru açılan bir yelpazedir bu. Her yiyeceğin kalorisi yazar yanında. Ve kişi kalorileri toplayarak alacağı kiloyu kendi hesaplayabilir. Hiçbir diyet kitabında kırmızı yiyecekleri yiyemezsin yazmaz. Sadece bunun bir sonucu olduğunu söyler. Ve kişinin insiyatifine bırakır. İnsanların tasvir edilen meleklerden ayrılan yegane özelliği özgür iradeleridir. Hatta insanoğlunun cennetten bu yüzden kovulduğu söylenir. Tanrı/Allah tarafından özgürleştirilen insanın, insan tarafından köleleştirilmesi ise gerçekten içler acısı bir durumdur.

İnanç, insanoğlu yüzünden çok tehlikeli bir olgudur. Maymunlar, sincaplar, ördekler mesela, çok başarılı ibadet edebilirlerdi belki. Hatta ediyorlardır kendilerince, kim bilir? Ama insanlar.. İşte işi hep o insanoğlu, onların çarpıklıkları ve çıkarları bozuyor. Bu yüzden insan eliyle yazılmış herhangi bir kitabı sorgulamadan, düşünce süzgecinden geçirmeden uygulamaya, körü körüne inanmaya karşıyım. Hepimizin farklı metabolizmaları var. Mantığımızın aldığı ortak doğrularımız, ya da bize ters gelen bir sürü detay olabilir. Kitapta yazıyor, emir böyle demek, başka insanların kölesi olmak ve düşünmeden yaşamak zavallıca bir şey. Düşünenleri ve sorgulayanları, inançsızlıkla, kafirlikle, şeytanlıkla, yine insan tarafından uydurulmuş bir sürü hastalıklı kavramla suçlamak da zavallıca bir şey.


Sergide yüzyılların arasından birkaç adımda geçer ve değişimi izlerken, dünya üzerinde ufacık zamana sıkışmış ufacık canlılar olarak o kadar da önemimiz olmadığını düşündüm. Ortaçağ çok da uzak bir geçmiş değil. Birkaç yüzyıl sadece. İçine bir sürü hayat, bir sürü devrim ve gelişen teknolojinin sıkıştığı birkaç yüzyıl. Şimdi, iletişim çağında herşeyin yayılması ve değişmesi daha da hız kazanıyor. Değişimden korkan İran ve benzeri olma heveslisi diğer ülkeler internetlerine filtre koymaya, bilgi akışını durdurmaya çalışıyorlar. Ama yine de bilginin bir sonu ya da durdurmanın imkanı yok.


Belki de tarih hep tekerrür ediyordur? Belki de her medeniyet kendi sancılı evrimini geçirmek durumundadır? 20. yüzyılın başında birdenbire birkaç yüzyıl ileri sıçrayan bir ülke olarak çoğunluğun bir yüzyıl geriye gitmeye çalışmasını çok da anormal bulmuyorum. Ama unutulmamalı ki zaman hep ileri gidiyor. Milyonlar dalgalara karşı yüzse, denizin aktığı yön değişir mi?


Umut bitmesin. İnsanoğlu varoldukça kötüler var olacağı gibi iyiler ve umut da var olacaktır. Birileri talan eder gider, birileri yeniden yapar. Bir devir kapanır birçokları gibi ve,
Geldikleri gibi giderler (M. Kemal ATATÜRK).


06/02/2012 Dalya

Yorumlar

Ayşegül Yeşilnil dedi ki…
Sadece saçını, elbisesini, çantasını, sevgilisini,ojesini düşünenlerin dışında da , başka, bambaşka bir gençliğin olduğunu gösteren cümlelerin çoğalsın , çok insana ulaşsın..Sen elinde ışık hemde koskoca bir ışık tutuyorsun .. Yolun hep açık olsun.. Ve ışığınla, bilginle, değerli varlığınla , hayata daima güzellikler armağan et.. Seni seviyorum ..

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yarık

Zaman zaman açılan bir yarığım var. Bir fermuar gibi. Çukur gibi.  Canlı bir fay hattı, lavdan bir girdap gibi. İnsanları kendine çekiyor.  Masumiyet, samimiyet, güler yüz. Ve eşdeğer bir ilgi, kayıtsızlık ve fütursuzluk hali. Kahkaha ve gözyaşı. Sıcak. Tüketici. Ölümcül.  Böyle zamanlarda diğer çocuklara bilyelerini gösteren bir sokak çocuğu oluyorum.  Parlak gözlerle onların bilyelerini görmek istiyorum:   Seninkiler ne renk? Şu mavi camdan olanı beğendim. Benimle oynar mısın? Evet, yaklaş ve bana elini göster. Belki hoşuma gider? Oyun oynuyorum. Flört oyunu. Kontrol edilmeyi kontrol ediyorum. Erkekleri kontrol ediyorum.  Ama bir süre.   Çünkü benden iyi oyuncular var.  Çünkü o yarık nihayetinde kapanmak zorunda . Başta masumane başlayan, tehlikeli bir oyun bu. Bu yarık açıldığında aşıklar ve düşmanlar ediniyorum. Neden sonra oyun bitiyor. Aniden bir pişmanlık hissi peyda oluyor. Çünkü karşımdaki çocuk ağlıyor. Mavi cam bilyesi ortada yok. Nerede bilmiyorum , diyorum. Ben almadım. Oy

Bir hiç olmamaya dair.

Kibir, özgüveni değil, özgüven yokluğunu işaret eder. Dolayısıyla kibirli olmayın ve kibirli olmakla övünmeyin. En önemlisi, kibirli olmakla övünen insanlardan uzak durun. Başkalarından el alan, güç devşiren, üstüne bu emanet güçle başkalarını ezen insanlar, sırtlarındaki o el çekilince bir "hiç" olduklarını hatırlayıp depresyona sürüklenirler. Kibir sıklıkla bu sert düşüşün gelişini görmeyi engeller. Dolayısıyla, güç devşireceğinize, bir hiç olmamaya özen gösterin. Gözle görünür ve kalıcı değişimler geçirmemiş, sözleri ve eylemleri tutarsız, sizde tam olarak güven hissi uyandırmayan insanlara - sevgililere, arkadaşlara "ikinci şans" vermeyin. Zamanınız değerli ve kimseye ikinci şans borcunuz yok.  Bir insan en yakınındaki beş kişinin ortalamasıdır. Dolayısıyla, o beş kişiyi çok iyi seçmelisiniz. Özgüven sorunu ya da narsistik yaralanması olan adamlar, hayatlarındaki kadının kendinden daha başarılı, daha güzel, daha eğitimli, daha zeki olmasını, daha çok para kazanm

Philophobia

Korku ve aşk arasında güçlü bir bağlantı vardı. Ve korkuyordu.  Âşık olmaktan korkuyordu, çünkü zaten aşıktı.  Dağıtmaktan korkuyordu, çünkü dağılmaktan korkuyordu. Bir uçurumdan atlayıp bin parçaya bölünmekten korkuyordu. Çünkü bunu daha önce yapmıştı. Bu yüzden uzak durmalıydı ondan.  Bir seçim yapmak istemiyordu. Aslında bir seçim yoktu, olmamalıydı. Yoksa olası bir mutsuzluğun, ya da ucundan kaçırılmış bir mutluluğun sorumluluğunu tek başına alması gerekecekti. Ama bir seçim yapmazsa vicdanı rahat olurdu. Hatta seçme hakkı elinden alındığı için öfkelenir,  mağduriyeti yüzünden onu suçlar ve kim bilir belki mutlu bile olurdu.  Evet, yetişkinliğin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden sevmemeliydi onu. Deli gibi sevilmek istiyordu oysa. Ama söylemiyordu.  Söylerse gücünü kaybedeceğini biliyordu. Aciz görüneceğini. Ne olurdu sevmeseydi onu?  Artık sevilmediği için üzülürdü elbet. Ama karşılıksız bir aşkın acısı, güzel olabilecekken yitirilmiş bir aşkın acısından daha katlanıl