Ana içeriğe atla

Eros'un pişmanlığı 💔

Merhaba eski dostum,

Sana uzun yıllardır yazmadığımı fark ettim. Daha akademik konulara odaklandığım diğer bloguma ara ara yazıyorum. Onun dışında ise makaleler yazıyorum. Sadece kendim için bir şeyler yazmayı özledim. Eskiden hayalciydim, romantiktim, şarkılar söylerdim, şiirler yazardım, yazarak düşünmeyi severdim. Şimdi yazmaya da düşünmeye de pek zamanım kalmıyor. Ya da içimden gelmiyor diyelim. Ama eskisi gibi kendi içime dönme vaktim geldi sanırım. 

Yeniden blog yazma isteğimi itiraf ediyorum "Sex And The City" canlandırdı. Bir süredir maraton halinde izliyorum diziyi. Tam benim yaşlarımın dizisiymiş. 1998'de başlamış ve o günkü kadın-erkek ilişkileri, sorular, sorunlar ve varoluşsal krizler hala aynı. Bugün ben de varoluşsal bir kriz yaşadım sanırım. Ara ara oluyor. Böyle günlerde gözyaşları sağanak yağmur gibi aniden inip, bir süre sonra duruluyor. Ağlamak bazen güzel. Birikmiş negatif duyguların yükünden kurtuluyorsun. Aklımda sabah bir sürü düşünce uçuşurken şimdi boşalmış gibi mesela. 

Kasım ayının sonunda hala travmasını tam atlatamadığım bir düşük yaşadım. Ekranda kalp atışlarını izlediğim 7 haftalık bebeğimin, bütün hafta yatmama rağmen bir hafta sonra o ekranda olmadığını gördüm. Ben 9 ay boyunca yatmaya razıydım, yeter ki iyi olsundu. Ama olmadı. Hem fiziksel hem ruhsal olarak yıpratıcı bir süreçti. Annem ve eşim yanımdaydı ama aslında bu yas süreci içerisinde yalnızdım. Sanırım kişinin kendinden başka kimse bu duruma gerçekten empati kuramıyor. Doğmamış olduğu için ölmemiş gibi geliyor insanlara. Ama bunu yaşayan herkesin de çok iyi bildiği gibi, o iş öyle değil. Hala bebek istiyorum. Ama bugün, doğru kişiden mi istiyorum emin değilim...

Eşim, ne yazık ki "biz" olmayı bir türlü öğrenemeyen, hala "ben" ve "sizler" özneleriyle konuşan bir çocuk-adam. Ben "sizler" dediği ve diğer üyelerinin kim olduğunu bilmediğim anonim bir grubun parçasıyım ve bu anonim grup anladığım kadarıyla sadece ve sadece onun hayatını zorlaştırmak için var. Hayata böyle bakıyor. Yel değirmenleri karşısındaki "Don Kişot" sanki. Ama ben bir türlü "Dulsinya" olamadım onun için. Onun davası başka.

Zamanımın çoğunu yalnız geçirdiğimi düşünecek olursak "evlilik" benim için hala oldukça soyut bir kavram. Belki de haksızlık ediyorumdur. Ama ediyorsam da çok umurumda değil doğrusu. Toksik ilişkilere çarpıcı bir ışık tutan Malcolm & Marie'de Marie şöyle bir şey demişti; "Bir insanı elde ettikten sonra o insanla ilgili düşünmeyi bırakıyorsun". Bu doğru sanırım. İşin tuhaf yanı, bu çoğu ilişkide tek taraflı oluyor. Ben düşünmeyi, merak etmeyi, gördüğüm ya da duyduğum bir şeyi paylaşmak istemeyi hiç bırakmadım. Ama o bıraktı. Benimle neredeyse hiçbir duygu ve düşüncesini paylaşmadığı gibi, sorularıma da genellikle cevap vermiyor. Anlattıkları konusundaki yorumlarımdan hoşlanmıyormuş. Tam bu noktalarda "politikacı" perspektifinden "akademisyenlerin" nasıl göründüğüne dair eleştirilerde bulunuyor. Ama yerel yönetimlere baktığımızda akademisyenlerle ortak çalışmak zorunda kalmayan politikacı da görmüyoruz ironik olarak. Kısacası eşim eleştirilmekten hoşlanmadığı için rapor yazımı vb. yardım gerekmediği zamanlarda benim fikrimi merak etmiyor da diyebiliriz.

İş sebebiyle Denizli'ye gittiğim ve yalnız kaldığı zamanlar (bence) onun en mutlu olduğu zamanlar. Ben oradayken nasıl olduğumu merak etmiyor. Yazmadığımda ya da aramadığımda hiç ses etmediğini ara ara yaptığım yoklamalarla keşfettim. İlişkinin bu safhasında artık günaydın mesajları yok yani. Sanki o benim hayatımda ama ben onun hayatında değilim, sosyal medyasında da olmadığım gibi. Bazen insan düşünüyor, ne zaman, nasıl ve neden böyle oldu? Ve daha önemlisi, daha ne kadar bu şekilde sürecek? 

İlişki denen olgunun hiç durmaksızın karşılıklı bir çaba gerektirdiğini düşünüyorum. İnsanlar değiştikçe ilişki de değişip, gelişiyor; değişime ayak uydurmaz ise bitiyor. Bunları geçmiş birçok ilişkimizde deneyimledik. Çocuktuk, büyüdük. Bir sürü hata yaptık, kalp kırdık, kırıldık. Bir ara "Eros" ağabeyle bile konuşmaya başlamıştım yine bu blogda. 

Bu yaz evliliğimizin 1. ilişkimizin ise 8. yılı dolacak. Eşimden ilişkimizin 2. yılında ayrıldım. Aslında ayrılma sebebim -o kabul etmese de- tam olarak bugün sorun ettiğim konulardı. Ancak 6 ay sonra olabilecek en doğru zamanda ve en doğru cümlelerle kapımı çaldığında herkesin yaptığı o meşhur hatayı yaptım; "değiştiğini" düşündüm. Benim için aynı kişiyle ama başka bir ilişki gibiydi bu "ikinci yarı". Ancak onun için hiç sil baştan olamadı sanırım. Yine de ikinci yarının ilk ayları/yılları çok güzeldi. Peki bugün ve gelecek? Gelecek bize ne getirecek?

Bugün biraz hayatıma giren erkek figürlerini düşündüm. Çocukken dedem, dayım ve eniştem dışında, ki onlarla da oldukça kısıtlı zaman geçirdim, bir baba figürüm olmadı. Rahmetli dedemi 5. doğum günümden 3 gün önce kaybettik. Doğum günüm için çıktığı alışveriş dönüşü kalp krizi geçirdi. Beni pek severdi ve hala kendimi biraz suçlu hissederim o gün ağır taşıdığı için. Özünde iyi bir insan olan rahmetli dayım ise oldukça kötü bir baba figürüydü. Sorumsuzdu, bencildi, bağımlıydı, hayattaki problemlerinin sebebi ona göre hep 3. tekil şahıslardı. Onun (kendi evi olduğunu iddia ettiği) evimizdeki 3 yıllık sorunlu misafirliğini saymazsak, erkek olmayan bir evde büyüdüm. Musluğu annem tamir ederdi, edemezse tesisatçı çağırırdı. Yemeği anneannem yapardı. Ben ders çalışırdım, hala da çalışıyorum :) Dünyalar tatlısı ve mutfakta harikalar yaratan sanatçı eniştem ise en iyi baba figürüydü, hala da öyledir. Hayatta kalmak için bir erkeğe ihtiyacımız olmadı kısacası. Ancak evdeki kadınlar pek de mutlu sayılmazdı. Dolayısıyla denklemde bir eksiklik olduğunu biliyordum ama erkekler yine de benim için uzun süre etkisiz eleman olarak kaldı. Babamın ilk evliliğinden olan abimle bile 20 yaşında tanıştım. Yine de ataerkil gelenekten gelen bir ülkede evde erk figürü olmadan yetişmiş olmaktan dolayı üzgün değilim açıkçası. Ancak "rahat" yetişmedim. Özgürlüklerimi büyük kavgalar sonucu elde ettim. Bizdeki buyurgan figür anneannemdi. 

Yetişkinliğe adım attığım ve erkeklerle vakit geçirmekten hoşlanmaya başladığımda ise, hayatı zorlaştıran değil, kolaylaştıran, güldüren, dinleyen, anlayan, anlatan, beklemediğim anlarda sürprizler yapan, dürüst, cesur, özenli ve zarif bir insan aradığımı fark ettim. Ne yazık ki hepsi aynı anda -ve doğru zamanda- aynı kişide toplanmadığı gibi, bir kısmı da ilişkilerin ilk aylarından sonra yok oldu. Hiçbir ilişki birbirine benzemedi. Kısacası bir "tipim" yoktu. Ama kırmızı çizgilerim vardı. 

Geçen aylarda bir konuşmamızda eşime neden zahmet edip 6 ay sonra benimle kahve içmeye geldiğini sorduğumda, her gün evren gibi genişleyen egosunun yankılandığı sesiyle "o gün aslında barışmaya gelmediğini" söyledi. Üstelik artık değil tartışmalarımızın, normal bir kahvaltı sohbetinin ortasında bile şeceresini tutmaya başladığım şaka yollu bazı cümleler sarf etmeye başladığını fark ettim. Ne derlerdi, her şakanın altında bir gerçek vardır. Kısacası artık ilişkimde sık sık "psikolojik şiddete" maruz kaldığımı düşünüyorum. Bu belki bilerek yapılmıyor olabilir ama bunun beni daha self-destructive bir insan yaptığı kesin. Son aylarda/yıllarda beynimin bir tarafı bir karar alıp uygulamaya çalışırken, öteki tarafı sürekli onu sabote ediyor. Duygularım ve mantığım arasında sürekli ve yorucu bir mücadele içindeyim sanki. Ve ben artık yorulmak istemiyorum.

Bugüne kadar çekmediğim eril saçmalıkları bugünden sonra da çekmeye niyetim yok. Eşimi seviyorum ama bazen eşimden "hoşlanmıyorum". Bir insanı sevmekle onun tutum ve davranışlarından hoşlanmamak iki farklı ama bağlantılı durum. İlki ikincisini tolere edilebilir kılarken; ikincisi ilkini her geçen gün öldürüyor. Ve bunun bir sonu yok. Kısadan hisse, Cher'in dediği gibi "A man is absolutely not a necessity, like dessert, yeah". Kendilerini seviyoruz ama kendilerine mecbur değiliz. Hele ki bizi mutludan çok mutsuz ediyorlarsa. 

Eşimin yazılarımı (artık) okumadığını düşünmekle birlikte, olur da bunu okursa kendisine yel değirmenlerine karşı yalnız savaşında başarılar diliyorum. Sorunlarımızın yakın gelecekte çözülebileceği konusunda umudumu hala canlı tutmaya çalışırken, yazının sonunu Samantha Jones'un meşhur repliği ile bitiriyorum: "I love you Richard, but I love me more".

Sevgiler,

Eros'un pişmanlığı 💔 Floransa, 2007


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yarık

Zaman zaman açılan bir yarığım var. Bir fermuar gibi. Çukur gibi.  Canlı bir fay hattı, lavdan bir girdap gibi. İnsanları kendine çekiyor.  Masumiyet, samimiyet, güler yüz. Ve eşdeğer bir ilgi, kayıtsızlık ve fütursuzluk hali. Kahkaha ve gözyaşı. Sıcak. Tüketici. Ölümcül.  Böyle zamanlarda diğer çocuklara bilyelerini gösteren bir sokak çocuğu oluyorum.  Parlak gözlerle onların bilyelerini görmek istiyorum:   Seninkiler ne renk? Şu mavi camdan olanı beğendim. Benimle oynar mısın? Evet, yaklaş ve bana elini göster. Belki hoşuma gider? Oyun oynuyorum. Flört oyunu. Kontrol edilmeyi kontrol ediyorum. Erkekleri kontrol ediyorum.  Ama bir süre.   Çünkü benden iyi oyuncular var.  Çünkü o yarık nihayetinde kapanmak zorunda . Başta masumane başlayan, tehlikeli bir oyun bu. Bu yarık açıldığında aşıklar ve düşmanlar ediniyorum. Neden sonra oyun bitiyor. Aniden bir pişmanlık hissi peyda oluyor. Çünkü karşımdaki çocuk ağlıyor. Mavi cam bilyesi ortada yok. Nerede bilmiyorum , diyorum. Ben almadım. Oy

Bir hiç olmamaya dair.

Kibir, özgüveni değil, özgüven yokluğunu işaret eder. Dolayısıyla kibirli olmayın ve kibirli olmakla övünmeyin. En önemlisi, kibirli olmakla övünen insanlardan uzak durun. Başkalarından el alan, güç devşiren, üstüne bu emanet güçle başkalarını ezen insanlar, sırtlarındaki o el çekilince bir "hiç" olduklarını hatırlayıp depresyona sürüklenirler. Kibir sıklıkla bu sert düşüşün gelişini görmeyi engeller. Dolayısıyla, güç devşireceğinize, bir hiç olmamaya özen gösterin. Gözle görünür ve kalıcı değişimler geçirmemiş, sözleri ve eylemleri tutarsız, sizde tam olarak güven hissi uyandırmayan insanlara - sevgililere, arkadaşlara "ikinci şans" vermeyin. Zamanınız değerli ve kimseye ikinci şans borcunuz yok.  Bir insan en yakınındaki beş kişinin ortalamasıdır. Dolayısıyla, o beş kişiyi çok iyi seçmelisiniz. Özgüven sorunu ya da narsistik yaralanması olan adamlar, hayatlarındaki kadının kendinden daha başarılı, daha güzel, daha eğitimli, daha zeki olmasını, daha çok para kazanm

Philophobia

Korku ve aşk arasında güçlü bir bağlantı vardı. Ve korkuyordu.  Âşık olmaktan korkuyordu, çünkü zaten aşıktı.  Dağıtmaktan korkuyordu, çünkü dağılmaktan korkuyordu. Bir uçurumdan atlayıp bin parçaya bölünmekten korkuyordu. Çünkü bunu daha önce yapmıştı. Bu yüzden uzak durmalıydı ondan.  Bir seçim yapmak istemiyordu. Aslında bir seçim yoktu, olmamalıydı. Yoksa olası bir mutsuzluğun, ya da ucundan kaçırılmış bir mutluluğun sorumluluğunu tek başına alması gerekecekti. Ama bir seçim yapmazsa vicdanı rahat olurdu. Hatta seçme hakkı elinden alındığı için öfkelenir,  mağduriyeti yüzünden onu suçlar ve kim bilir belki mutlu bile olurdu.  Evet, yetişkinliğin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden sevmemeliydi onu. Deli gibi sevilmek istiyordu oysa. Ama söylemiyordu.  Söylerse gücünü kaybedeceğini biliyordu. Aciz görüneceğini. Ne olurdu sevmeseydi onu?  Artık sevilmediği için üzülürdü elbet. Ama karşılıksız bir aşkın acısı, güzel olabilecekken yitirilmiş bir aşkın acısından daha katlanıl