Ana içeriğe atla

Zehir ve Ödül

Geçen Cumartesi akşamı gerçekten kötü bir gıda zehirlenmesi geçirdim. Hem de ıspanak salatasından! Bir süre ıspanakla görüşmesem iyi olacak :) Açıkçası pek yetersiz devlet sağlık sisteminin o halimle bile ayırdında olduğum detaylarına pek girmek istemiyorum. Ama şöyle özetleyebilirim, koluma serum takılana kadar kendimi hiç güvende hissetmedim. Ambulansa kendim binip, kendim indim. Konuşabildiğim kadarıyla inerken "Yardımınıza ihtiyacım var" dediğimde, "Bence kendiniz inebilirsiniz" cevabını aldım! Kendim inip binebiliyorsam ambulansı neden çağırmış olabilirim acaba?? Her neyse, yürürken düşmemem için beni tutmak zorunda kaldılar nihayetinde. Zayıf ve oldukça ölümlü hissettiğim ve kendimi kontrol edemiyor olmaktan -kocama karşı bile- çok utandığım birkaç uzun saatti. İyi günde, kötü günde lafı boşuna değil. Böyle zamanlarda conatus'unuz yanınızdaki kişiye emanet oluyor. Bu ciddi ciddi "Buraya kadarmış galiba..." diye düşündüğüm ikinci zamandı. Birincisi türbülansa giren bir uçak yolculuğunda olmuştu. Bu da ikincisi. Diğer her şey ne kadar da önemsizleşiyor böyle zamanlarda. Sonra toparlandım neyse ki. Görünüşe göre bedenim kaldırabileceğini düşündüğümden daha dayanıklı çıktı. 

Hayat enteresan bir denge tutuyor. İki gün sonra bunca ıstırabın "ödülü" niyetine güzel bir haber aldım. Doçent oldum! :) Bundan sonra akademik kariyerime Doç. Dr. olarak devam ediyorum, bu da müstakbel Profesör olduğum anlamına geliyor. Bu benim için çok önemliydi. Neden önemliydi derseniz, kişisel olarak beni memnun etmesinin ötesinde bir feminist olarak kadınların akademide yüksek kadrolarda ve görevlerde olmasını istiyorum. Yıllar önce okuduğum bir araştırmada, akademi basamaklarını tırmanırken kadınların mobbing, ailevi yükümlülükler vb. sebeplerle nasıl geride kaldığı anlatılıyordu. Araştırma görevlileri neredeyse yarı yarıya kadın ve erkeklerden oluşurken, doçent ve profesör kadrolarındaki baskın erkek sayısı çok dikkat çekiciydi. 

Özellikle çocuk sahibi olmak -7x24 bir iş olması sebebiyle doğal olarak- kadınların akademik kariyerini ciddi biçimde engelliyor. Profesör olamadan emekli olan akademisyen kadın sayısı azımsanamayacak kadar fazla. Bu yüzden kendim başta olmak üzere tüm kadın akademisyen arkadaşlarımı teşvik ettiğim, onlarla ortak çalışmalar, yayınlar yürüttüğüm bir sürece başladım 4 yıl önce. Ve bugün bu emekler meyvesini verdi. 35 yaşında Doçent oldum. Bu demek oluyor ki, 5 yıl sonra hala akademide olursam -ki olmak istiyorum- 40 yaşında Profesör olacağım. Ancak bunun emek yoğun bir süreç olduğu gerçek. Evlilik ve aile başta olmak üzere birçok şeyi ertelemeniz gerekebiliyor. Ama işimi seviyorum ve mutluyum. 

Bu süreçte bana destek olan herkese, değerli danışman hocalarım Prof. Dr. Ayşe Sema Kubat ve Prof. Dr. Koray Velibeyoğlu'na, doçentlik jüri üyelerime, ortak yayınlar yaptığım hocalarıma ve Pamukkale Üniversitesi başta olmak üzere bana destek olan kurumlara teşekkürü borç bilirim. 21. yüzyılda hala 6. sınıftan sonra kızların okumasını yasaklayan Afganistan gibi ülkeler varken ve Türkiye'nin bu ülkelere dönüşme tehdidi apaçık önümüzde dururken bir kadın akademisyen olarak var olmaya, var kalmaya, üretmeye ve erdemli meslek insanları yetiştirmeye çalışmaya devam edeceğim.

Sevgiyle,





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yarık

Zaman zaman açılan bir yarığım var. Bir fermuar gibi. Çukur gibi.  Canlı bir fay hattı, lavdan bir girdap gibi. İnsanları kendine çekiyor.  Masumiyet, samimiyet, güler yüz. Ve eşdeğer bir ilgi, kayıtsızlık ve fütursuzluk hali. Kahkaha ve gözyaşı. Sıcak. Tüketici. Ölümcül.  Böyle zamanlarda diğer çocuklara bilyelerini gösteren bir sokak çocuğu oluyorum.  Parlak gözlerle onların bilyelerini görmek istiyorum:   Seninkiler ne renk? Şu mavi camdan olanı beğendim. Benimle oynar mısın? Evet, yaklaş ve bana elini göster. Belki hoşuma gider? Oyun oynuyorum. Flört oyunu. Kontrol edilmeyi kontrol ediyorum. Erkekleri kontrol ediyorum.  Ama bir süre.   Çünkü benden iyi oyuncular var.  Çünkü o yarık nihayetinde kapanmak zorunda . Başta masumane başlayan, tehlikeli bir oyun bu. Bu yarık açıldığında aşıklar ve düşmanlar ediniyorum. Neden sonra oyun bitiyor. Aniden bir pişmanlık hissi peyda oluyor. Çünkü karşımdaki çocuk ağlıyor. Mavi cam bilyesi ortada yok. Nerede bilmiyorum , diyorum. Ben almadım. Oy

Bir hiç olmamaya dair.

Kibir, özgüveni değil, özgüven yokluğunu işaret eder. Dolayısıyla kibirli olmayın ve kibirli olmakla övünmeyin. En önemlisi, kibirli olmakla övünen insanlardan uzak durun. Başkalarından el alan, güç devşiren, üstüne bu emanet güçle başkalarını ezen insanlar, sırtlarındaki o el çekilince bir "hiç" olduklarını hatırlayıp depresyona sürüklenirler. Kibir sıklıkla bu sert düşüşün gelişini görmeyi engeller. Dolayısıyla, güç devşireceğinize, bir hiç olmamaya özen gösterin. Gözle görünür ve kalıcı değişimler geçirmemiş, sözleri ve eylemleri tutarsız, sizde tam olarak güven hissi uyandırmayan insanlara - sevgililere, arkadaşlara "ikinci şans" vermeyin. Zamanınız değerli ve kimseye ikinci şans borcunuz yok.  Bir insan en yakınındaki beş kişinin ortalamasıdır. Dolayısıyla, o beş kişiyi çok iyi seçmelisiniz. Özgüven sorunu ya da narsistik yaralanması olan adamlar, hayatlarındaki kadının kendinden daha başarılı, daha güzel, daha eğitimli, daha zeki olmasını, daha çok para kazanm

Philophobia

Korku ve aşk arasında güçlü bir bağlantı vardı. Ve korkuyordu.  Âşık olmaktan korkuyordu, çünkü zaten aşıktı.  Dağıtmaktan korkuyordu, çünkü dağılmaktan korkuyordu. Bir uçurumdan atlayıp bin parçaya bölünmekten korkuyordu. Çünkü bunu daha önce yapmıştı. Bu yüzden uzak durmalıydı ondan.  Bir seçim yapmak istemiyordu. Aslında bir seçim yoktu, olmamalıydı. Yoksa olası bir mutsuzluğun, ya da ucundan kaçırılmış bir mutluluğun sorumluluğunu tek başına alması gerekecekti. Ama bir seçim yapmazsa vicdanı rahat olurdu. Hatta seçme hakkı elinden alındığı için öfkelenir,  mağduriyeti yüzünden onu suçlar ve kim bilir belki mutlu bile olurdu.  Evet, yetişkinliğin sorumluluğundan kaçmaya çalışıyordu. Bu yüzden sevmemeliydi onu. Deli gibi sevilmek istiyordu oysa. Ama söylemiyordu.  Söylerse gücünü kaybedeceğini biliyordu. Aciz görüneceğini. Ne olurdu sevmeseydi onu?  Artık sevilmediği için üzülürdü elbet. Ama karşılıksız bir aşkın acısı, güzel olabilecekken yitirilmiş bir aşkın acısından daha katlanıl